Cumartesi, Şubat 25, 2006



1927' de yapılmış olan okulun ön kapısındayız. asım uysal, ahmet erbay, süleyman yüzübenli, deniz levent yüzübenli. Okul bakımsızlıktan dökülüyor. Eski olmanın değerini görememiş, eskiliğin izleri çıkmış ortaya. Bülent Ecevit 1936, Turhan Esener, Sermet Refik Pasin, Dilhan Ege Eryurt, Ali Bozer... 1936 mezunları. Ayhan Hünalp ve Necip Türegün 1938,Ayhan Sümer 1940, Altan Öymen, Mete Erer1943 ,Öztin Akgüç 1945, Nazmiye Zaimoğlu Akgün 1947, Filiz Ali 1948, İbrahim Tahtakılıç, Ali Coşkun, Ayla Kurşunlu, Bilgin Kaftanoğlu, Altay Birand, Avarkan Atasoy 1950, Nida Ataç 1951, Mehmet Barlas 1952, Hasan Cemal, Murat Karayalçın, Yılmaz Esmer, Şevket Pamuk 1955... kısaca okul bir özel müze.

asım, ahmet ,murat lekili, murat dayanç ve 1969' luyuz.

kutsal isyan

KUTSAL ISYAN: KURTULUS SAVASININ HIKAYESI
HASAN IZZETTIN DINAMO

MAY YAYINLARI 1975



Kutsal Isyan – 1:

« ACABA ENVER NEREDE KALDI? »

Sonra sapkasindan yuzune suzulerek kalin, kara ve dusuk biyiklarinin ucundan akan yagmur sularini kocaman elinin iri parmaklariyla silmege calisti. Arkadasi:

— Daha ileride bulusacaktik, pasam. Su burnu donelim, dedi. Yine yurumege basladilar. Sag yanlarindan buyuk bir gurultu ile akip giden deniz, busbutun hircinlasmisti. Bogaz yagmuru bu iki umutsuz yuzu daha insafsizca doguyordu. En sonra burnu donduler. Burada bogaz ruzgârindan birisi fesini, oburu de sapkasini - Talat Pasa taninmamak icin sapka giyinmisti - kurtarabilmek icin her iki yolcu da ellerini baslarina goturmek zorunda kaldi. Talat Pasa:

— Ne de berbat gune rastladik, dedi, insan bir kere dusmeye gorsun, artik, ona tabiat da acimaz olur. Biraz ilerde guzel bir yali yukseliyordu. Sahnisi hircin sularin uzerine dogru uzanmisti. Ihsan Namik Bey:

— Iste, oradalar. Dedi. Gercekten yalinin genis sacagi altinda iki golge seciliyordu.
Yaklastiklarinda bunlardan birinin Enver Pasa, oburunun de kiz kardesi Mediha hanim oldugunu gorduler. Imparatorlugun Baskumandan vekilini son yolculugunda ugurlayan biricik kara gun dostu idi. Dort kisi birbirlerine sokulmustu. Hepsinin de gozleri denizin uzaklarinda idi. Yagmur bogazin iki yakasi arasinda koyu kul rengi bir perde gerdiginden Ana yakasi busbutun yitip gitmis gibiydi. Istanbul'dan Karadeniz'e, Karadeniz'den Istanbul'a gecen vapur ve takalarin fenerleri bu perde arasinda daha cok kizariyor ve eriyordu. Bunlar arasinda bekledikleri isik yoktu. En sonra karsidan bir projektor parladi, isiklan gittikce buyuyup guclenerek yaklasti, biraz sonra da yalinin rihtimina yanasti. Bu, torpidodan gelen bekledikleri motordu. Motor homurtularla rihtima yanasinca icinden iki sarisin Alman denizcisi karaya atladi; motoru karaya yanastirdilar:

— Herein, bitte, dediler. Enver Pasa, kiz kardesi Mediha ile sarilmis opusuyordu:

— Yolun acik olsun, insallah, yine alnin acik donersin, agabey.

— Hic merak etme, Mediha, yine donecegim, donecegiz; beni bekleyin. Size her zaman haber gonderecegim. Alman denizcilerinden biri:

— Schnell, bitte. Diye bagirdi. Ve bu anda kolundan tuttugu Talat Pasa'yi motora bindirdi. Enver Pasa da kiz kardesinden ayrilarak denizcilerin yardimina aldiris etmeden motora atladi ve kucuk kamaraya girdi.
Motor hemen yola cikti. Rihtim uzerinde, iki hareketsiz golge, Mediha hanimla ihsan Namik bey dikilmis duruyor ve manyetize olmus gibi uzaklasan motora bakiyorlardi. Motor, yagmurun karanlik perdesi altinda gozden uzaklasinca Mediha hanimin bir hickirigi denizin gurultusu arasinda yitip gitti. Bogazin altin, gumus ve masmavi yakamozlar yapan koyu Lacivert sulan, Akdeniz'e dogru akip gidiyordu. Motorun aydinlik kamarasinda yolcular ilk kez birbirlerinin yuzlerini iyice gorduler.

Talat Pasa, ilkin Enver Pasa'nin yuzune bakti. Bu yuzde buyuk bir uzuntu ile buyuk bir hircinligin ve kararliligin izlerini de gordu. Onda, yemekte oldugu guzel bir yemegin basindan zorla kaldirilmis bir adam hali vardi. Wilhelm benzeri kucuk, uclari kalkik ve dik biyiklan, sinirli, enerjik ve iradeli gorunusunden bir sey yitirmemisti. Yagmurla islanmis uzun kirpikleri onu aglamisa benzetiyordu. Iri ela gozlerinin bakislari bilinmeze atilan insanlarin ne denli kararli da olsa huzursuz, tedirgin ruh halini gosteriyordu. Yanaklari yine pespembe, yuzu yine bir erkek guzelininkinin tipkisiydi. Artik uzerinde Baskumandanlik uniformasindan iz yoktu. Rast-gele bir Avrupali kiligina burunmus, basma da Talat Pasa gibi bir sapka gecirmisti. Ruhunda enerji denizi henuz tukenmemisti; hic de partiyi yitirmise benzemiyordu.

Talat Pasa, ic dunyasi daha derin bir adamdi. Osmanli Imparatorlugunun korkunc cokuntusunu hem iri govdesinin uzerindeki genis omuzlarinda, hem de ruhunda duyuyordu. Icinde, omrunde hic duymadigi bir aci kabariyordu. Bu aciyi hic bir seye benzetemiyordu. Enver Pasada gordugu yeni bir seruvene atilan insan hali ve kararliligi, onda yoktu. Enver, en sonra bir idealist ve askerdi. Fakat Talat Pasa daha realistti ve omuzlarinda duydugu sorumluluk yuku, hic bir idealin kanatlarinin kaldiramayacagi agirliktaydi. Cok sevdigi aziz yurdundan hesap vermeden bir cani gibi kaciyordu. Yarin payitahtta bir bomba gibi patlayacak olan kacis haberinin korkunc gurultusunu simdiden kulaklarinda isitir gibiydi: «Ne bahtiyar cocuk su Enver» diye dusundu: «O, su anda Kafkas ordularinin basina gecip su ters talihin uzerine yuruyecegini ve dort yildir en guclu Alman ve Turk ordulariyla birlikte yenemedigi dunya ordularini bu bir avuc Kafkas ordusu ile yenecegini saniyor, fakat zarar yok, varsin oyle sansin.»

Ittihat ve Terakkinin son sadrazami, Enver Pasanin da kendisini suzmekte oldugunu sezdi: Sakallari uzamisti, bu yuz on bes kiloluk adamdaki cokuntu ve zayiflama, kendisini taniyanlarin gozlerinden kacmayacak gibi idi. Avurtlari cokmus, esmer yuzu daha cok golgelenmis ve kararmis gibiydi. Gozlerinin alti mosmordu. Yagmurun iyice islattigi sapkasindan yuzune sular siziyordu. Palabiyiklarinin hafifce kalkik uclari dusmustu. Iri siyahli gozlerinin bakislari ruhundaki ucuruma dogru derinleserek karariyordu.

Motor bogazin kuytu bir yerinde koyu kul rengi silueti ile karararak bir torpidoya yaklasmisti. Bu torpido, birinci dunya savasi icinde Ruslardan alman birbirinin benzeri uc torpidodan biriydi. Savas kabinesinin dusecegi gunlerde Kasimpasa'daki obur iki torpidonun yanindan alinarak Alman denizcilerinin emrine verilmisti.

Vahidettinin bir kahpeligi karsisinda, henuz Alman ordusunun isgalinde bulunan Ukrayna'nin buyuk kiyi sehri Odesa'ya dogru yola cikacaklardi. îste, simdi, o gun gelip catmisti. Eski esir Rus torpidosu felegin bu yeni esirlerini almis Rusya'nin esir bir sehrine goturecekti. Talat Pasa ile Enver Pasa, Alman deniz erlerinin yardimiyla torpidoya bindiler; yagmur hala sisle karisik yagiyordu; Yuzlerinden, ustlerinden baslarindan sular suzulerek kamaraya indiler. Icerinin sicak havasi birdenbire yuzlerine carpti. Ve uzun gunlerdir ilk kez kendilerini guven icinde buldular. Artik sonsuz yolculugun ilk basamagina adimlarini atmislardi. Arkalarinda kocaman dev gibi dusman ve sevgili bir sehir yukseliyordu; her yenilenin ardinda dosttan cok dusman bulunuyordu. Birkac kara gun dostu devede kulak kalirdi. Artik, yarindan tezi yok, herkes omuzlarin kaldiramayacagi agirliktaki yenileme yukunu yukleyecek guclu omuzlar aramaya baslayacakti. Bu omuzlar da olsa olsa Sadrazam Talat Pasa ile Baskumandan Vekili Enver Pasa'nin omuzlan olabilirdi.

Alman denizcileri Osmanli imparatorlugunun bu en buyuk iki adamina garip duygular icinde saskin saskin bakiyorlardi; Ne dusunduklerini soylemek biraz zordu, fakat, yine de bu iki yenilmis adamda kendi buyuklerinin ve kendilerinin de sonlarini goruyorlardi.

Biraz sonra bogazin baska bir yanindan sakalindan yagmur sulari suzulen Bahriye nazin Cemal Pasa ile bir kac ittihat ve Terakki buyugu daha gelmisti. Bunlar doktor Nazim ve Bahaettîn Sakir beylerdi ve hepsi de sapkaliydi. Torpidonun makinelileri calismaga baslamisti. Gemi ahenkli bir bicimde titriyor ve sarsiliyordu. Geminin kaptani bu buyuk kacaklar:

— Gute Nacht. Diye selamlayarak cekildi. Biraz sonra kacak savas gemisi bogazin karanlik sularini yararak yol almaga basladi. Butun hizi ile Karadeniz'e dogru ilerliyordu, cunku, yarin gun dogunca bir tehlike cani calabilir, Izzet Pasanin butun iyi niyetleri ile yana atilarak Vahidettin'in gonderecegi suratli bir harp gemisi onlari yakalayip geri getirebilirdi. Artik kaderin karanlik gucleriyle bir olum - dirim savasi basliyordu. Gemi, bogazdan cikarken sarsilmaga baslamisti, artik Karadeniz'i gormeyen yolcular, onun calkantili ve hircin varligini duyuyorlardi. Talat Pasa, Enver Pasaya:

— Odesa'ya ne kadar zamanda varabiliriz acaba? Diye sordu. Denizin dalgali, oynak ve tehlikeli uzakliklarini sanki sicrayarak, ucarak asmak isteyen Enver Pasa:

— Iki koca gunden once varamayiz oraya. Diye kestirip atti. Talat Pasa, bunu yalniz bir can kaygisi ile sormustu. Padisah, gercekten kendilerini yakalatmak icin harekete gecebilirdi. Vahidettin, hic bir vakit sevmedigi, sevemedigi bu Ittihatci kodamanlarm, elinden kurtulup gitmis olmasina pek yanacaga benziyordu.

Enver Pasa'ya Gelince: O, bir an once Odesa'ya varmaga can atiyordu, cunku birkac zamandir kurdugu maverayi Kafkas ordusunun basina gececek, sirtim bolseviklere dayayarak yine eski dusmanlarina kafa tutacak ve hic olmazsa Anadolu Turklerini kurtarmak icin olunceye dek savasacakti. Gerek Enver Pasa, gerekse Talat Pasa, dun gece gozunu kirpmamisti, cok yorgun, bitkin ve sinir icindeydiler, fakat ranzalarina uzanmis hala dertlesiyorlardi. Enver Pasa, Talat Pasa'ya;

— Pasam, dedi. Hic bir sey kaybetmis degiliz. Iste yuz kere soyledim, yine de soyluyorum, ben bu Ingilizlerle Fransizlari en sonra yola getirecegim, Amcam Halil Pasa'ya yolladigim 260 bin altin, ordularimin ilk adimlarinda ise yarayacaktir. Bolseviklerle harp halinde olmayisimiz arkamizi bir tehlikeli bolge olmaktan cikarmistir; Bolseviklerle el ele vererek Emperyalist bati devletlerine karsi carpismak imkâni dogmustur. Butun Kafkas Musluman ve Turkleri, butun Orta Asya, Turkleri, butun Afgan, Iran ve Hindistan Muslumanlari, hala elimizin altinda bakir, taze bir malzeme olarak bulunmaktadir. Bolsevik ordulari, her yanda eski dusmanlarimiz olan emperyalistlerin kiskirtmis oldugu yerli, yabanci ordularla carpismaktadir. Biz de elimizin altindaki bir Musluman dunyasini Ruslarin da azili dusmani olan Ingilizlere karsi kiskirtabilir, savastirabiliriz. Biz bu isi yaptigimiz muddetce bolseviklerden odtluktan baska bir sey beklememeliyiz. Su anda Batimi, Kars ve Beyazit'ta iki kuvvetli grubumuz vardir; 9 Haziran 1918 de kurmus oldugum bu ordulari cekirdek olarak kullanacagim ve Loyd George'-un butun istahim kursaginda birakacagiz.

Enver Pasa'nin anlattigi bu ordularin her tumeninde on bin insan vardi ve Ruslarin cekilirken cephaneliklerde biraktiklari sayisiz silahla silahlandirilmislardi. Bu ordular Ermeni tumenlerini yenmis, Ingilizlerin Enzeli yolu ile Irak'tan acele olarak gonderdigi bir mufrezeyi de ayni akibete ugratmislardi. Enver Pasa, savasin kotu bir sonuca dogru gittigini gorunce Kafkas eteklerindeki bu dayanma yuvalanin meydana getirmisti. Enver Pasa, Turnaci olmakla beraber simdi daha realist dusunuyor, Kafkaslarda kuracagi bir hukumeti, yeniden kurmak istedigi bir dunyanin temel tasi olarak kullanmayi tasarliyordu. Bunun icin de butun umudu, kardesi Nuri Pasa ile Amcasi Halil Pasa'da ve Cerkes Yusuf Izzet Pasa'da idi. O, oraya yetisinceye dek yerlerinde sapa saglam durmalari gerekiyordu.
Onca, zaman butun omrunce bu denli degerli olmamisti; olaylarin son kerte hizla gelistigi bu zamanda yalniz gunlerin degil, saatlerin ve dakikalarin bile degeri vardi. Her calman, her duvarin, her toprak yigininin, her deniz dalgasinin ardinda pusuya yatmis sayisiz dusmanlar ve dusmanliklar gizliydi. Iste bunun icindir ki, kus olup Halil Pasa'nin yanma, maverayi Kafkas ordusunun dost saflari arasina ucmak istiyordu. O, ancak bu ordunun basina gectigi gun, itilâf devletleriyle serefli bir baris yapmak imkânini saglayacak, boylece toptan bir yikimin onune gecmis olacakti.

Sovyetlerin de, guneyden gelecek emperyalist ordularina karsi duracak boyle dost bir savasci devlete cok ihtiyaclari vardi. Onlardan gelecek maddi - manevi yardimla Anadolu'nun bu daglik bolgelerinde, batili dusmanlari bozgundan bozguna ugratmak her zaman olagandi. Gun dogunca torpido daha hizli yol almaga baslamisti. Torpidonun kaptaniyla beraber hepsi de arkalarindan padisahin gonderecegi bir savas gemisinin ansizin ufukta belirivermesinden korkuyordu. Vahidettin, onlarin boyle cabuk kacacaklarini sanmiyor, hepsini birden yakalayacagi gunu ve saati bir orumcek sabri ile bekliyordu. Ilk once Polis Muduru Cemal Azmi beyle Bedri beyi tevkif ettirmis, bu tehlikeli an yuvasini vakitsiz tedirgin etmemek icin yine salivermisti.

Vahidettin, Enver Pasa ile Talat Pasayi, butun o Bahaettin Sakir ve doktor Nazimlarla birlikte vaktiyle onlarin Yakup Cemil'e yaptiklari gibi Bekir aga Bolugunun soguk tas koguslarina taktirmayi candan istiyordu. Simdi ise bu sinsi dusmanin avlan elinden kacmisti. Kim bilir, onlarin kacisi onu nasil kuplere bindirmisti. Bunun icin yolcular, Odesa'ya kac mil ve kac saat kaldigini soruyorlar ve tehlikeli bolgeden biran once uzaklasmak icin dua ediyorlardi. Talat Pasa'nin istifasindan sonra kurulan ilk kabine yine yurtsever insanlarla doluydu: ittihat ve Terakki buyuklerine memleketi birakip gitmelerini gizlice salik veren Izzet Pasa ile arkadaslari da bunu boyle biliyorlardi, oyle saniyorlardi ki, kendilerinin cekilip gitmesiyle dusman, Turkiye'ye daha insanca davranacakti. Talat Pasa, Izzet Pasanin dusuncesini o denli dogru buluyordu ki, Enver Pasanin memleketten gitmemek icin bir cingar cikarmasindan bile korkuyor ve bu isin kolaylikla olmasini istiyordu. Bunun icin de Cemal Pasa ile konusmus ve Enver Pasayi yola getirmek gerektigini anlamisti:
— Bu cocuk, simdi bin bir dereden su getirir, vurusmadan, karsi koymadan bahseder. Dedikleri ve diyecegi belki dogrudur. Allah bir insana memleketini felakete goturmus olmak tohmetiyle vatandan ayri dusmek cezasini nasip etmesin. Zaten dirimiz degil, olumuz gidecek. Fakat, su anda bizim yurdu terk etmemiz gerek. Bunu Enver'e layikiyla anlatacak birisini sen bul.
Talat Pasa'nin hakki vardi. Enver Pasa, gerek Vahidettin'in emriyle gerekse dusmanlarca tutuklanmak tehlikesine karsi Kurucesme'deki yalisini bir kale gibi guclendirip olunceye dek karsi koymak ve onlarin eline sag gecmemek istiyordu, olumunu pahaliya satmak icin elinden geleni yapacaga benziyordu.

Bu konusmadan sonra Izmir Valisi Rahmi Bey, bu odevi uzerine almis ve Enver Pasa'nin dusuncesini buna yatirabilmisti. Izzet Pasa, onlarin memleketten cikip gitmeleri icin Fethi beyle (Okyar) soyle bir haber gondermisti: «Memleketi terk etmelerinde zaruret vardir. Mutarekede Ingilizler harp suclularinin kendilerine teslimini isteyeceklerdir. Bu takdirde, kendilerinin harp karan veren ve bunu devam ettiren kabine mensup ve reisi olarak bu talebe muhatap olacaklari tabiidir. Bu takdirde hukumet, boyle bir talebe muvafakat etmeyecek olursa, memleketi tamamen isgal icin firsat arayan dusmana bu imkâni vermis olacagiz. Bunun icin cok rica ederim, yanlarina sureti katiyede Enver ve Cemal Pasa hazerati ile diger ruesayi alip muvakkat bir zaman icin memleketi terketsinler ve muttefiklerimizden birisinin yanma, hic olmazsa Isvicre veya Ispanya gibi bitaraf diyari tesrif etsinler.»

Ahmet Izzet Pasa bundan sonra Ali Fethi beye su sozleri soylemisti: «Lutfen, kendilerine sureti katiyede bildiriniz ki, bu talebimi kabul etmedikleri takdirde istifa ederim.» Muhaliflerin kulagina giden bu haber uzerine her kafadan bir ses cikmaga ve harp suclularinin mutlaka tutuklanmasi gerektigi yaygaralari ayyuka cikmaga baslamisti. Ne var ki, Ahmet Izzet Pasa'nin kabinesi, bu isi yapamayacak kadar yurtseverdi. Bunun icin Padisah Vahidettin de pusuya yatmis, bu eski ve azili dusmanlarinin uzerine atilacagi o mutlu gunu hatta saati sabirsizlikla bekliyordu. Kacis gununun sabahinda, haber, bomba gibi patlayinca Vahidettin'in ilk isi kacak torpidoyu yakalamak icin suratli bir torpido gondermekoldu.
Onlari, biraz sonra Istanbul'a zafer marslari ile giren Ingilizlere kendi elleri ile teslim ederek himayelerine siginacak ve gozlerine girmege calisacakti. Yeni Sadrazam Ahmet Izzet Pasa'nin, kendi eliyle ve buyuk bir gizlilik icinde tertipledigi bu kacistan 6 ay sonra Bandirma vapuru ile Karadeniz bogazindan Samsuna dogru Talat Pasa'nin «Sari Pasa» dedigi pek degerli bir yolcu daha yola cikacak, onu da Istanbul'a yerlesmis olan Ingilizler bir harp gemisi ile kovalayarak yakalamak isteyecek, bunu basaramayacaklardir. Nitekim ilk kacanlarin ardindan Vahidettin'in gonderdigi torpido avlarini yakalayamadan geri donmek zorunda kalmis Torpido, yolcularini Ukrayna'nin Odesa limanina basan ile cikarabilmisti.

Kutsal Isyan – 2:

2. Yildirim ordulari grubu kumandani Mustafa Kemal grup karargâhi olan «Adana Oteli»nin antresinde otur­mus, dusunceli-dusunceli sigara iciyordu. Acik kapidan sokaklara, damlara araliksiz yagan Adananin bu sinsi yagmuruna dalmis olan yorgun mavi bakislari, alnindaki dusunce kirisikliklariyla bu zayif ve sarisin yuze uzgun ve umutsuz bir anlam veriyordu. Simdiki halde gerci «Yildirim ordulari grubu» ku­mandam bulunuyordu. Ne var ki Mondros birakismasi­nin tirpani, Turk ordularinin bu bolumune de yetismis, burasini da darmadagin etmisti. Ordunun yalniz adi kalmisti. Anafartalar mucizesini yaratan bu genc kumandan, birazda saskin, bekliyor ve dusunuyordu. Dort yil akintiya kurek cekilmis ve bu dort yil sonunda akinti kayigi alip goturmustu.

Makina basina gittiginde karsisinda gerci Ahmet Iz­zet Pasa'yi buldu, ne var ki o, artik sadrazam degildi; bir «izzeti nefis» sorunundan dolayi cekilmisti. Bu haber onu bir kez daha hayal kirikligina ugratti. Bir firsat da­ha kacirilmisti. Bundan sonra artik devlet mekanizmasi her an biraz daha gerileyecek, gittikce daha az layik olan ellere dusecekti. Bu kabinedeki nazirlarin bircogunu daha once padisaha kendisi empoze etmis gibiydi; Izzet Pasa'nin sadrazam olmasni da isteyen oydu. Vahidettin, onun bu istegine uymusa benziyordu. Su ara Istan­bul'da isler yine sarpa sarmisa benziyordu. Izzet Pasa, kendisinin de Istanbul'da bulunmasinin gerektigini soy­luyordu. Istanbul'un ve ordularini yitirmis Osmanli dev­letinin en kritik gunlerini yasadigi anlasiliyordu. Izzet Pasa, telin obur ucundan:
— Ben istifa ettim, senin de Istanbul'da bulunmakligin uygun olur diyordu.
Mustafa Kemal: «Iktidarda iken bizim gucumuzden yararlanmasini bilmedi, simdi dustukten sonra bizden medet umuyor, diye dusunerek makine basindan ayrildi. Hemen Istanbul'a yollanmaktan baska care yoktu. Osmanli Imparatorlugunun cokmesi oy­le korkunctu ki, bir yurttas ne kerte guclu ve iradeli olursa olsun enkaz altinda kalip ezilebilirdi. Su anda ati­lacak her yanlis adim, yapilacak en kucuk ihanet, bu za­valli milleti daha icinden cikilmaz felaketlere surukleyebilirdi. Kurtarilabilecek ne varsa cabucak onu kurtar­mak ve ilerisini de buna gore dusunmek gerekti. Herkes, bu yarali arslandan bir parca koparmaga calisacakti. Iha­netler, zulumler, fedakârliklar, alcakliklar, yurtseverlik­ler hep birbirine karisacakti.
Makina basindan ayrildiktan sonra kafasi bir ce­hennem gibi calismaga baslamisti. Sigara ustune sigara yakiyor, oturup kalkarken yuruyup dururken maddelesmis bir dusunceye benziyordu. Dusunceleri kabariyor, ka­bariyor sanki butun evreni dolduruyordu; bu yuzden «Adana Oteli» onu bir kac saatlik konukluk icin bile sikmaga baslamisti. Zaten istim uzerindeydi, emir bekliyordu, cunku Liman Von Sanders Pasanin gozyaslari icinde kendisine teslim ettigi «Yildirim ordulari grubu» coktan lagvedil­mis, ortada sadece bir kuru kumandanliktan baska bir sey kalmamisti. Mondros birakismasi, Turk milletini butun ordusuz ve silâhsiz birakmak uzere cok sey­tanca, cok alcakca hazirlanmis ve kabul ettirilmisti. «Kara Kuvvet »in butun zumreleriyle beslenmis olan Hurriyet ve Itilaf partisi, kimildamaga baslamisti. Enver, Talat ve Cemal Pasa gibi Ittihat ve Terakki'nin en buyuk baslari yurttan kacip gittikten sonra bunlarin istahasi kabarmis­ti. Artik gecici Izzet Pasa kabinesinden sonra iktidar «ka­yitsiz sartsiz» onlarindi.

Ruhunu kaplayan sonsuz umutsuzluk dumaninin arasindan tek tuk uzak umut yildizlarinin parladigni goruyor ici isiniyordu. «Dayanmak, dayanmak, butun memleketin uzerine yuruyen karanlik felaket dalgalari­na karsi dayanmak gerek, her seyi yitirmedik daha. Her sey bitmedi, hele bir Istanbul'a gidip iskandil edelim. Bakalim, bu enkaz altindan neler kurtarabilecegiz? Dik­kat, Mustafa, sen de suruklenip gitmeyesin ha. Dayanmak, dayanmak gerek. Artik hukumet mufcumet hak ge­tire. Artik, kendi gucumuze dayanmamiz gerek, artik, millet kendi, gucune guvenmeli, basini dogrultup direnmelidir.»
Bu konusmalarda kesin bir kaniya varmislardi: Evet, gerek Ingilizler, ge­rekse obur itilaf devletleri birakisma hukumlerini hice sayacaklar «emri vaki» ler yaratarak Turkiye'yi yavas ya­vas parcalayip paylasacaklardi. Turk ordusunun sinir boy­larindaki parcalarini esir etmege calisacaklar, ya da 'bun­lari memleket icine dogru itip sikistirarak terhis olma­ga zorlayacaklardi. Boylece butun savunma gucunden yoksun kalacak olan memleket olgun bir yemis gibi avuclarina dusecekti.
Mondros birakismasi korkunc bir pacavraydi, uste­lik itilaf devletleribunu bile cignemekte sanki birbirle­riyle yansa cikmislardi. Birakismanin 25 inci maddesi­ne gore Osmanli devletiyle itilâf devletleri arasindaki carpismalar 31 Ekim 1918 ogle uzeri duracakti. Bu emir gerek itilaf devletleri ordularina gerekse Osmanli ordularina bildirilmisti. Yine de Ingilizlerin birinci ordusuna bagli bir suvari tumeninin kumandani olan general Kassel 4 Kasim 1918 de Musul petrol bolgesini isgale basla­misti.

Kutsal Isyan – 3:

Bir Fransiz deniz subayi ile bir Ingiliz binbasisini tasiyan iki destroyer Iskenderun limanina girerek demin atmis ve bir konusma memuru istemislerdi. Itilaf ordulari baskumandani General Milne bize birakismanin ikinci maddesi geregince limandaki torpillerin taranmasini emretmisti. Bunun bir oyalama taktigi oldugunu anlayan Ali Fuat pasa, hemen karsi tedbirler almisti. Onlarin asil amaclan Iskenderun limanini isgal etmekti. Ali Fuat pasa bu curetkâr torpidolari limandan uzaklastirmakta gecikmemisti. Musul'un isgali ve Iskenderun olayi, Itilaf Devletle­rinin butun kotu niyetlerini aciga vurmustu. Mustafa Kemal, Ali Fuat'la dertlesirken artik kesinlesmeye bas­layan gorusunu sloganlar olarak ortaya atabiliyordu:
— Fuat, artik millet, kendi haklarini kendi araya­caktir; biz, yalniz ona yol gostermeli ve elinden tutarak ona yardim etmeliyiz; tamamiyle kendi basma da birakamayiz onu. Bir sure durmus, sonra keskin mavi ve sehla bakis­larini Ali Fuat pasanin sarisin guzel ve iyi niyetlerle dolu yuzunde ve agirbasli bir cesaretin yuzdugu iri mavi gozlerinde gezdirmis ve soyle sormustu:
— Dusuncelerimiz tamamiyle birbirine uygun degil mi, Fuat? Ali Fuat pasa hic ikirciksiz ona su cevabi vermisti :
— Aramizda tam bir anlasma var, pasam. Mustafa Kemal, bu korkunc kaos ortasinda tutuna­cagi ilk kayayi bulan bir yolcu gibi sevinmis ve gozleri­nin mavi celiginde ipek gibi yumusak ve guvenilir bir dost isik belirmisti. Ali Fuat Pasa, hep onun kumandasi altinda calismis ve onun emirlerine, dusuncelerinin guclu karakterine boyun egmekte her zaman gercek bir tat ve guven bulmustu.
Hicaz ve Maan'daki birliklerin tutsakliga mahkum oldugunu iki yil once Enver Pasa ile Cemal Pasa'ya soy­lemis dinletememisti. Zaten Enver Pasa'nin umudu, gu­neyden cok yukarda, Anadolu'nun kuzey bolgelerindeydi. Hele bolsevik ihtilali olup ta Ruslarla birakisma yapil­diktan sonra Enver Pasa, Arabistandaki ordu gruplarim bir ortu gorevi gormek uzere gozden cikarmis, yani feda etmis ve Kafkas cephesine yigmak yapmaga baslamisti. Bu birlikleri ileride kullanmak istiyordu. Bundan da felek ona yar olmayacakti.
Tren, apak kardan bir hali ile ortulu Konya ovasina puflayarak gecmis," daha daglik ve degisik manzaralar icinden ilerliyordu. Memleket ne kadar insansiz gorunu­yordu, sanki bu korkunc dort savas yili, erkekleri cephe­de, ihtiyarlari ve cocuklari da cephe gerisinde yeyip bi­tirmisti. Insansiz bir memleket gozlerinin onunde alabil­digine uzuyordu. Her yan, dag-tasti; sanki bu toprakla­ra hic insan eli degmemisti. Daglarin guney sirtlarinda tek - tuk ormanlik bolgeler gorunuyor, obur yanda, yesilliksiz, kirac bir issizlik, insanin icini urkuterek, uza­yip gidiyordu. Bu sahipsiz gibi gorunen topraklarin bah­ti icin kim bilir ne acikli plânlar hazirlaniyor, ne kor­kunc dolaplar donuyordu.
Mustafa Kemal Istanbul'a yaklastikca daha cok dalginlasmis kafasi memleket davalarindan uzakla­sarak Besiktas'ta Akaretlerdeki 76 numarali evde oturan ve tipki kendisini andiran biri kendinden cok daha yasli oburu de kendisinden genc iki kadini dusunmeye basla­misti; bunlardan yaslisi annesi Zubeyde, oburu de kiz kardesi Makbule idi. Dunyada vari - yogu onlardi; onlarin da vari yogu kendisi idi. Annesinin dizi dibindeki mindere bagdas kurararak kendisini sevdirmesini, oksat­masini ne kadar istiyordu. Hayatta her zaman bir amac pesinde kostugu icin evlenememisti. Evlenen erkeklerin bir ideal pesinde kosamayacaklarina inaniyordu; ya hep, ya hic formulunu uygulamaga calismaktan baska hicbir sey dusunemiyordu. Kadin sefkatini oyle gereksemisti ki. Nedir ki, yasayisinda tanidigi kadinlardan hic biri ona bu sefkatin zerresini verememisti. Ona bu sefkati verebi­len bir tek kadiri vardi: Annesi. Ona da babasinin olu­munden sonra evlendigi icin uzun zaman kusmustu. Zubeyde hanimin ogluna karsi duydugu derin sevgi ve sef­kat, bu buzlari eritmekte gecikmemisti.
Tren Haydarpasa'da durunca Mustafa Kemal, ya­veri Cevat Abbas ve kendisini garda karsilamaga gelen enistesi Mecdi beyle esyalarim bir beylik motora yuk­lettiler, motor aksini oksurerek ilerliyordu. Dalgaki­ranin icinden gecerek Kizkulesi onlerine vardilar. Bu ara Mustafa Kemal'in gozlerine carpan faciayi yaveri Ce­vat Abbas dile getirdi:
— Pasam, bakiniz, itilaf donanmasi geliyor.

Gercekten de itilâf devletlerinin irili - ufakli donanma­lari Marmara'da ilerliyor ve ilk gelenler belirli noktalarda demir atiyordu. Mustafa Kemal kursun renkli korkunc ejderhalar gibi ilerleyen ve gurultuyle demir atan dritnotlan ve zirh­lilari tiksinti ile bir sure seyrettikten sonra yaverine:
— Merak etme, geldikleri gibi giderler. Dedi.
Akaretlere dogru yurumeye basladi: «Butun bunlarin sonu gelecek.» diye mirildandi. 76 numarali evin onunde durdugunda kiz kardesi Makbule hanimin bir sevgi ve heyecan cigligi atarak boynuna atilmasiyle karsilasti; cunku onu bekliyorlardi. Kiz kardesini gercek bir kardes ozlemi ve ictenligiyle kucakladi:
— Nasil, Makbus, annem iyi mi? Diye sordu. Yukaridan, Zubeyde hanimin sesi geldi:
— Hos geldin, Mustafa'cigim. Mustafa Kemal, merdivenleri sanki kosarcasina tirman­di, annesi merdiven basinda kollarini acmis, onu bekli­yordu, Mustafa Kemal'i bir sevinc hickirigi ile kucak­layip bir sure bagrina basti, kokladi, sonra oglunun yanaklarini gozyaslariyla islatarak bircok kez optu:

— Ne kotu zamandayiz, Mustafacik. Seni Allah bu­kere daha sag-salim gonderdi bana. Seni hic bir yana birakmayacagim, artik.
Bu cift sevgi, Mustafa Kemal'e butun yorgunlugunu unutturmustu. Uniformasini degistirdi, gunlerce suren tren yolculugunda yuzunun rengini degistiren ve san­sin guzel derisini sangi esmerlestiren odun dumaninin. Izlerini silmek icin banyosunu yapti. Sonra anneciginin dizi dibine, minderin uzerine uzandi:
— Oh, dedi, ana evi de ne rahat yermis. Ama, ne yazik ki ana vatanin rahati kacti.
Izzet pasa, Mustafa Kemal'in bambaska bir insan oldugunu yeni yeni anliyordu. Ona Harbiye Nazirligini vermedigine pismanlik duyuyor gibiydi. Vahidettin: «Be­nim arslan yeleli pasam» dedigi Mustafa Kemal'e Harbi­ye Nazirliginin verilmesi icin Izzet Pasayi cok sikistirdigi halde o buna bir turlu yanasmamisti. Cunku Mustafa Kemal, Mondoros mutarekesinin kosullarina karsi dur­maga kalkmis, gerek kendisine, gerekse itilâf devlet­lerinin ordularina meydan okumustu. Bunun icin «Har­biye Nazirligi» ni alinca dahabuyuk cingarlar cikaraca­gindan korkmus ve onu kabineye almamak icin padisa­ha karsi bile direnmisti. Izzet Pasa, yumusaklik, akil, «fe­raset» ve kurnazlikla her seyin yoluna konacagini sani­yor ve su tehlikeli anda memleketi kurtarmak icin bas­ka herhangi bir carenin, hele sertligin busbutun ters so­nuclar verecegine inaniyordu. Oysa olaylar korkunc paletleri uzerinde donerek ilerliyen ve her turlu «itidal»! cigneyen korkunc tanklar gibi yenilerin uzerine dogru yuvarlanarak gelmekteydi. Mustafa Kemal:

— Kurtarilmasi gereken son seyi kurtaracagiz, diye bir cikis daha yapti. Ne yazik ki, ben cok once Halep'­ten padisaha cektigim telgrafla sizin kabinenizin o za­mandan her seyi yitirdiklerini bildikleri halde, bir kur­tarici mucize bekler gibi bosuna direniyorlardi. O zaman Vahidettin'den sizin sadrazam, benim de Osmanli ordu­larinin baskumandani ve ayni zamanda Harbiye Naziri olmakligimi istemistim; fakat, «zat-i sahane» bu hal ca­resine her nedense yanasmamislardi. Ancak yikintidan, harp kabinesi azasi kacip gittikten ve her sey kaybedil­dikten sonra sizi is basina getirdiler. Ne degerli zaman­lar kaybetmisiz meger. Belki o zaman kaybetmis oldu­gumuz partiyi tamamiyle yerine koyamazdik, fakat bu­gunkunden daha cok seyler kurtarabilirdik. Yalniz sizin kabineniz kurulunca benim Nazirlik icin padisaha salik verdigim yurtsever kisiler arasindan birkacinin burada yer almis olmasi beni pek sevindirmisti. Fakat sonradan «zat-i sahane»nin ayni zatlari kabineden uzaklastirmaniz icin sizi kiskirtmis olmasi da hayli uzucu bir sey dogrusu.
Vahidettinle karsi karsiya yurt ve memleket isleri uzerinde apacik konusacakti. Arkadaslari ile dusunmus oldugu tedbirlerin padisahca kabul edilecegine inaniyor­du. Saraydan Yaver Naci bey (pasa) ile konustu. Naci bey, Mustafa Kemal'in eski hocasiydi, o gunlerde padi­sahla bir randevu koparabilecegine soz verdi. Vahidet­tin'in bir iki gun sonraki Cuma selâmliginda Mustafa Ke­mal ile konusabilecegini bildirdi. Bu pek kurnazca veril­mis bir randevu idi, cunku Cuma selamligi cok kalaba­lik olur, orda bircok pasalar bulunurdu. Padisahla bas-basa bir iki laf edilemezdi. Baska care de yoktu. Cuma selâmliginda da olsa Vahidettin'i gormege gidecekti. Sahte savascilarla siyaset kalesinin demir kapisina «havale» ettigi bir kocbasi, bosuna gitmisti. Tokmakci­lar, tam kapiya yuklenecek ve toslayacak yere gelince, koc basini birakip birer yana savusmuslardi. Tarih de gosterecektir ki Mustafa Kemal'in daha bircok kocbasi saldirilari olacak ve toslanan kale kapilarinda korkunc gedikler acilacaktir.

Kutsal Isyan – 4:

«ARSLAN YELELI PASAM»
«NAMAĞLUP KUMANDANIM»
Mustafa Kemal, Cuma selâmliginda Padisahla yapa­cagi gorusme saatini iple cekmisti. Gerci, kararmi ver­misti. Yalniz, bir kez daha eski ahbabini yakindan dinle­mek, dusuncelerini ogrenmek ve yapilabilecek bir sey varsa yapmak istiyordu. Sabahleyin erkenden kalkti, tras oldu, yikandi ve en yeni Ordu Kumandanligi giyneklerini giydi, kilicini takti. Savaslarda aldigi madalya ve nisanlar gogsunde parliyordu. Bunlari cok seviyordu. Cunku hepsini kilici­nin hakki olarak almisti. Konsolun uzerindeki kocaman aynada kilik - kiya­fetini suzerken annesi Zubeyde hanimla kiz kardesi Mak­bule hanim iceri girmis, bir sey soylemeden durmus ona bakiyorlardi. Mustafa Kemal'in birbirinden uzakca mavi, sehla ve guzel gozleri aynanin derinliginden onlarin sem­patik ve biraz korkulu bakislarini yakaladi:

— Korkmayin, dedi, bir sey degil, Vahidettin'le go­rusmeye gidiyorum; birkac gun once randevulasmistik.

— Aman, Mustafam dikkatli ol, butun buyuk adamlara karisayim, deme; basina bir sey gelmesin, oglum.

— Korkma, anne, bugun icin henuz beni dusman sayan kimse yok. Ben ittihatci degilim ki, korkayim. Ben, her zaman onlarin sahlarina meydan okumusum, Enver, Talat, Cemal Pasalarin kacip gitmesi, simdi butun belayi obur ittihatcilarin uzerine yikti. Sehirde bir ittihatci avi­dir gidiyor. Gerci hurriyet ve itilafcilar bana da eski bir Ittihatci ve supheli bir adam gozuyle bakiyorlarsa da, padisah, pek onlarin fikrinde degil. Almanya'ya beraber­ce yapmis oldugumuz yolculukta bana karsi sempati bes­lemege basladi. Kimbilir belki de su anda beni kendine gerekecek adamlari arasinda hesaplamaktadir. Beni: «Aslan yeleli pasam.» «Namaglup Kumandanim,» diye cagiriyor. Ben de onun bu sempatisinden faydalanarak onunla birkac memleket meseleleri konusmak istiyorum.
— Kendine mukat ol, Mustafam, kendine mukat ol zamanlar cok kotu. Mustafa Kemal annesine guven vermek icin guldu. Gercekten de simdilik onun icin korkacak bir sey yoktu.
— Anne, korkma, diyorum sana, ben yas tahtaya ba­sacak adam miyim? Mustafa Kemal, bunu soylerken annesini sag kolu ile sararak aynanin onune getirdi ve egilip basini o nun­kine yaklastirdi:
— Bak, anne, dedi, ne kadar sana benziyorum: Kes­kin dudak cizgileri, buyukce, kuvvetli insanlara has bu­run, gozler, gozlerin birbirinden uzakligi, alin, bas tesekkulati; sakak kemiklerinin cikikligi, hepsi mi hepsi ayni. Eger sen kadin olmasaymissin, bir Mustafa Kemal bir Anafartalar kahramani dogmazdi, ama, sen de mut­laka kalbur ustu bir kimse olur cikardin. Fakat, simdi, yalniz hem bir kadin, hem de bir annesin, bunun icin de hakli olarak korkuyorsun.

Bu korku, Zubeyde hanimin yeni korkusu degildi ki; esir durumdaydi. En basit ozgurluklerini bile kullana­cak durumda degildiler. Bogaz icinden namlularini Is­tanbul'a cevirmis dritnotlar, artik ozgurluklerini yasa­manin duman oldugunu gosteriyordu. Olaylarin olumsuz ve hosa gitmeyen akisina istenen yonu verdirebilmek icin bu gorusme son koz olacakti. Ondan sonra, artik, yine tarih bir kez daha yinelenecek, o bir kez daha bas kaldiracak; bir kez daha butun yurt­severlerle el ele verecek «Ferman padisahin, daglar bi­zimdir» deyip ipleri koparacakti. Artik, ondan sonra Ana­dolu daglarina cekilip butun dunyaya meydan okumak­tan, kafa tutmaktan baska umar kalmayacakti.
Mustafa Kemal pek yakin bir gelecekte karsi koya­cagi, kafa tutacagi, sahneden silecegi turlu gucleri yok­luyor, dayanma derecelerini anlamaya calisiyordu. Bu tehlikeli kaos gucleri, bir gun gelecek onun uzerinde de duracaklar, onu da zararsiz hale getirmek icin davrana­caklardi.
Boyle onemli ve guclu bir adami salt ittihat ve Te­rakki dusmanidir diye sonuna dek elini kolunu sallaya­rak serbestce Istanbul'da gezmege birakmayacaklardi.
Korkmuyor de­gildi. Korkuyordu: Bosuna tutuklanip harcanmaktan korkuyordu. Bu zamanda insan kim vurduya giderdi. Kafasinin icindeki idealin emrettigi yolda kelleyi vermek, normal bir isti. Yalniz, kucuk kinlerin, garazlarin ve oc alma hirslarinin kurbani olmak da bir kerte kotu ve korkunctu. Anafartalar'da kac kez olumu hice sayarak ustu­ne - ustune yurumus, ya da olum kac kez bilmeden yani basindan siyirarak gecip gitmisti. Anafartalar'da, Cehennemdere'de gogsunu delmek uzere gelen bir kursun nasil kucuk cebindeki Omega saate carpmis ve ancak saatin canini alabilmisti. Ingiliz siperlerine karsi askerlerini «Sungu tak» saldirttigi zaman en onde kosan ve asker­lerine ornek olan o degil miydi? Bunun hayali bile insa­nin tuylerini diken diken ederdi. Onun boyle bircok olumu hice sayislari vardi.Yalniz yerinde ve ulusun ya­rarina olarak. Onun biricik korkusu, pisipisine harcan­makti. Bunun icin de cok dikkatli konusuyor, pek yakin ideal arkadaslarindan, can yoldaslarindan baskasina acilmiyordu.



Kutsal Isyan – 5:

Tren, Istanbul'dan oldukca uzaklasmis, duzlukler ve ufak ufak ciplak tepelerle bir duziye uzayip giden Trakya topraklarina ilerliyordu. Gokyuzu kapaliydi. Kuzeyden poyrazin surup goturdugu kara ve kul rengi bulut yiginlari pek te sevincli olmayan bu yolculugun tedirgin edici havasini busbutun karartiyordu. Bu asik suratli dogayi bezginlikle seyreden Mustafa Kemal'i Vahidettin'in adamlarindan biri Veliaht salonuna cagirmisti.
— Efendimiz sizi salona cagiriyor. Bu cagri, zamaninda yapilmisti. Mustafa Kemal sikintidan nerdeyse patliyacakti; buna cok sevinmisti; yarinin padisahini pek yakindan inceleyebilmek sansini elde ediyordu. Bu, elbette sevinilecek bir seydi. Vahidettin'in vagonuna girdiginde Veliahti kendisini ayakta bekler bulmustu: Uzun boyu, celimsiz zayif, kamburca govdesi, agarmis saclari, cokuk avurtlari, uzun boynu ve burnundan ilistirilmis altin gozluklerinin altindan bakan sevksiz sempatik isiklarla dolmaga calisan, gozleri ile Mustafa Kemal'in karsisinda duruyordu. Sirtindaki bonjur, ona hic de yakismiyordu. Islemeli sedire igreti bir bicimde oturarak Mustafa Kemal'e de oturmak icin yer gostermisti.

Enver Pasalarsa halktan, «avam tabakasindan» di; boylarina poslarina bakmayarak yegeni Mecit efendiyi onun yerine tahta gecirmek istiyorlardi, ve bu arada bir seye yeltenmesi icin de tipki Sultan Hamid'in yaptigi gibi onu goz hapsinde bulunduruyorlardi. O da bu yuzden onlardan tiksiniyor ve ruhunun derinliklerinde butun Ittihat ve Terakkicilere karsi buyuk bir kin besliyordu; Enver'le, Talat'a karsi, tipki Abdulhamid'e yaptigi gibi davraniyor ve onlarin suyuna gider gibi gorunerek oc gununu sabirsizlikla bekliyordu. Iste, Istanbulun kendisini afyonlayan bu havasindan kurtuluncaya dek kamuflajini bozmamisti. Istanbul'dayken, Mustafa Kemal'i de ayni uyusuk ve tasasiz hava icinde kabul etmis, aldatmisti. Onun elinde degildi; bu artik kendini koruma icgudusu haline gelmis bir huydu, bir kalkandi, dirimini ancak bununla koruyabilecegine inaniyordu.
Mustafa Kemal, bunun icin onu anlamakta gucluk cekmis ve yargilarinda yanilmisti; onu vecde dalmis dervislere benzetmisti; sonra, memleket sozcugunu de «melmeket» biciminde, yani Anadolu koylusu gibi kullaniyordu. Bu kirk dakikalik konusma elbette ki, aldatici olmustu; Vahidettin, kafasiislemiyormus ta dusuncelerini kafasindan keserle bir civi sokermis gibi soker gorunuyordu. Boyle cahil ve konusmasini bilmez dervis tabiatli bir adamin Avrupa'da Turkiye'yi rezil edeceginden korkuyor ve bu ise girdigine bin pisman oluyordu. Yine de isi sonuna dek goturmenin borc oldugunu duyuyordu.

Iste, Mustafa Kemal'in Vahidettin'i maskesiz haliyle gorusudur ki, bu saskinligi. meydana getirmisti. Islemeli kanapesinde simdi rahat, kendine guvenir ve iradeli bir insan gibi oturan Vahidettin, sesinde ve bakislarinda buyuk bir nezaket, tatlilik ve ve ictenlikle Mustafa Kemal'le konusmaga baslamisti, yalniz bu konusma biraz hazirlanmisa benziyordu ve nutuk kokuyordu :
— Affedersiniz pasa hazretleri, birkac dakika oncesine kadar kiminle seyahat etmekte oldugumu bana izah etmemislerdi. Ancak, trenin hareketinden sonra aldigim malumat uzerine giyaben cok iyi tanidigim ve takdir ettigim bir kumandanimizla beraber bulundugumu anladim. Ben sizi cok iyi bilirim. Ariburnu'nda ve Anafartalar'da yaptiginiz butun icraat, kazandiginiz butun muvaffakiyetler, tamamen malumumdur. Siz, Istanbul'u ve her seyi kurtarmis bir kumandansiniz; beraber seyahat etmekte oldugum icin cok memnun ve muftehirim.

Vahidettin, bu sozleri hic kekelemeden tekrara kacmadan, duzgunce soyluyordu. Mustafa Kemal'in saskinligi busbutun artmisti; o da ona gereken cevaplari verdi. Vahidettin isteyerek baslangic nutkunu su sozleri ile bitirmisti:
— Ecdadi izamimdan Fatih Sultan Mehmet hazretlerinden sonra Istanbul'un ikinci Fatih'inin zati devletleri oldugunu bilirim ve zati devletlerinizi cok takdir edenlerden biriyim. Bu sozlerden sonra Mustafa Kemal, isin sirrini biraz olsun cozer gibi olmustu. Vahidettin, onun kisiliginde bir Talat - Enver dusmanligi gordugunden onda bir destek aramaga kararli gorunuyordu. Vahidettin, karsisindaki ordu kumandani uzerinde yeterli bilgiye sahipti. Bunun icin de ileride ittifakina alacagi onemli kisilerden biri olarak onu hazirlamaga calistigi da meydandaydi. Mustafa Kemal'e sigara ikram ediyor ve mumlu kibriti cakip onun sigarasini yakacak kadar da ileri gidiyordu. Mustafa Kemal de kendi yonunden seviniyordu; cunku bu, kendisinden cok yasli padisahlik adayinin ileride cok isine yarayacagini dusunuyor ve bunun uzerine sayisiz hesaplar kuruyordu.
Sultan Resat hastaydi, gunden gune cokuyor ve bunakligi artiyordu. Yirmi bes yil, Sultan Hamid'in hapislige benzeyen siki goz hapsinde ve kontrolunde yasamak zorunda kalan bu iyi huylu ve bahtsiz adamcagiz ruhca da, govdece de artik curumus, ise yaramaz olmustu. Onun tahtinin uzerinde uc azgin kuheylan gibi tepinip duran Talat, Enver, Cemal Pasalar triumvirasi vardi. Vahidettin ileride padisahlik tahtina oturunca Mustafa Kemal gibi guclu pasalara dayanarak bu «sacayagini» bir kenara atabilecegi gibi Mustafa Kemal de sultani destekleyip akil hocaligi yaparak yine bu triumvirayi devirebilir ve Turkiye'nin ucuruma dogru gitmekte olan kaderine el koyabilirdi.

Yoksa, onun gibi guclu bir kisinin Vahidettin gibi ciliz bir «sahsiyet»in «bende» ligini kabullenmeyi dusunmesi, akla kelmezdi. Sonra, Vahidettin'in memleket islerini yakindan bilmedigi de meydandaydi. Talat'la Enver'in hafiyelerince sikica izlendiginden cok kisi ile konusup gorusmek olanagindan yoksundu; sivil polisler, Cengelkoy'deki Veliahtlik Kosku'nun cevresinde vizir vizir dolasiyor ve her gittigi yerde cevresini bir saglik kordonu ile ceviriyor, onu kimseyle gorusturmemege calisiyorlardi. Cogu zaman, «Menkup» Sadrazam ve Ingiliz yanliligi ile taninmis Kamil Pasanin konagina gidiyor ve orda saatlerce kaliyordu, tabii ne gorusup konustugunu da hic kimse bilmezdi; kimi zaman da halka gorunmek ve populer olabilmek kaygusu ile yanginlarda kalabalik arasinda karisiyor ve boylece memleketin dertlerine ortak oldugunu anlatmak istiyordu.


Gerek Vahidettin gerekse Mustafa Kemal, gec vakit birbirlerinden ayrildiklarinda her ikisi de kendi hesaplarina hosnuttular. Her ikisi de akillarina getiremedikleri bir dostluk havasinin halesine burunmus olarak ayrilmislardi. Mustafa Kemal'in, Naci beyle ilk edindigi izlenim busbutun silinmis, gitmisti. Istanbul'dan uzaklasinca nasil olup ta bu uyusuk dervisten boyle konuskan, icten ve canli bir adamin ciktigina artik sasmiyordu. Altmis yil bir siyasi cendere icerisinde yasatilan bir adamin ozgurluge dogru acik bir pencere bulunca elbette, burdan aldigi temiz ve gunesli hava ile canlanabilecegim ve gercek kisiliginin uzerindeki kaypak ortuyu kaldirip atabilecegini hesaplamak gerekti.

Demek, Vahidettin, bir kez bu guzel kamuflaji yapacak kerte zeki, sabirli, hesapli ve kurnaz bir adamdi. «Sizin kim oldugunuzu birkac dakika once bana bildirdiler» derken acikca yalan soyledigi anlasiliyordu. Yanma verilmis musavirin kim oldugunu su ana dek bilmemesi olagan olabilir miydi? Sonra Cengelkoy'deki koskte gorusmemisler miydi? En asagi elli yil suren korkunc bir teror ve baski altinda padisahlik hulyasi kurmus olan bu adamin yarinki saltanatinin desteklerini, dayanaklarini uzun uzadiya hesaplamamasi, arayip bulmamasi dusunulebilir miydi? Mustafa Kemal'e su saatte gosterdigi dostluk, yakinlik ve ictenlik onun guzel sarisin yuzu, aslan yelesi sari saclari, parlak, guzel, buyuleyici mavi gozleri icin miydi? Mustafa Kemal'in konusmalarindan iyice anlamisti ki, zeki ve Ittihat ve Terakki dusmani genc pasa, otomatik onun yarinki yardimcilari arasina girecektir.
Mustafa Kemal, bu ilk yolculuk konusmasindan sonra kendi vagonuna cekilmis; saatlerce uyuyamayarak konusulanlari yeniden dusunmekle ve gelecek icin yapilacak tasarilarin cekirdeklerini evirip cevirmekle vakit gecirmisti. Bayagi, cocuk gibi seviniyordu. Veliahd'a adamakilli acilmisti, ona guven vermis boylece her ikisi de karsilikli guven havasi icinde cagin keskin nesterleri altinda delik desik etmislerdi.

Vahidettin, simdiyedek ancak enistesi, damat Ferit'le Kamil pasalarin konaginda boyle yurekli konusabilmisti; Istanbul'un ikinci Fatih'i sayilan bu genc ve guclu pasa ile boyle dolu-dizgin konusup bosalmak, onun icin umutlu bir seydi. Onun icin Vahidettin'in de, Mustafa Kemal'in kalkmasina musaade ettikten sonra, sevincinden gozleri parliyordu.

Yine bir gun Adlon otelindelerken birkac gazete muhabiri gelmisti. Vahidettin'den «mulakat» istemisti. Vahidettin, zaten canina minnet bildiginden hemen buna razi olmus, Mustafa Kemal de bu «mulakat» ta hazir bulunmustu. Vahidettin, Istanbul'dan bu yana Mustafa Kemal'in asilamis oldugu dusuncelerle dopdolu bulunuyordu; kiminle gorusse hep ayni dusunceleri savunuyordu. O gunku yabanci gazetecilere de hep Mustafa Kemal'in siringa ettigi dusunceleri koparip dagitmisti. Mustafa Kemal'in sevinci elbette, sonsuzdu, iyi bir comez yetistirdigine inaniyor, bunun daha da iyi olacagini sanmakla yari bir haz duyuyordu.

Gazeteciler, onun agzindan Mustafa Kemal'in dusuncelerini not ederek cekilip gittikten sonra her ikisi bas basa kalmisti. Vahidettin ona:

— Ne yapmaliyim? Diye sormustu. Mustafa Kemal son oldurucu darbeyi vurmaga hazirlanir gibi sesinin yuz anlatiminin, kafa olgunlugunun butun gucuyle ve sehla mavi gozlerinin keskin ve buyuleyici bakislariyle onun direncini yikip gecmege calisarak:

— Osmanli tarihini biliriz, demisti, bu tarihin bir takim safhalari vardir ki sizi korku ve endiseye sevkeder ve bunda haklisiniz. Ben, size bir sey soyleyecegim o, nispette hayatimi size tesrik edecegim, memnun olur musunuz?
— Soyleyiniz!
— Henuz Padisah degilsiniz, fakat Almanya'da gordunuz ki, Imparator Veliaht ve prensler hep bir is uzerindedir. Neden siz butun islerden uzak kalasiniz?
— Ne yapabilirim?
— Istanbul'a gider gitmez bir ordu kumandanligi isteyiniz, ben sizin erkani harbiye reisiniz olurum.
— Hangi ordunun kumandanligim?
— Besinci Ordunun kumandanligini. Bu ordu. Liman Von Sandres'in emrindeydi; Bogazlarin savunmasinda bulunan ordunun ta kendisiydi. Vahidettin:
— Bu kumandanligi bana vermezler ki. Demisti.
— Siz isteyiniz.

— Istanbul'a gittigim zaman dusunurum. Vahidettin'in bu son yaniti, Mustafa Kemal'e hicbir umut kapisi acmiyordu. Demek ki bu iste Vahidettin'e guvenilemezdi. Talat Pasa ile Enver Pasa'dan besinci ordunun kumandanligini koparmak, deveye hendek atlatmaktan guctu. O hinoglu hinler hicellerindeki silahi dusmanlarina verir de «Haydi, vur bizi» derler miydi? Mustafa Kemal, onun gozluklerinin altinda bir anda sonmus gibi gorunen bakislarinda Enver'le Talat'in korkulanin gorur gibi oluyordu. Bu iki pasa, bu adamcagizi son kerte yildirmislardi. Mustafa Kemal'in Vahidettin'le en yakin, en icten, en agirbasli konusmasi ve onerisi, bu olmustu. Ondan sonra Imparatora, Hindenburg'a ve Ludendorff'a veda ederek trene binmisler ve Istanbul'a dogru yola cikmislardi.
Kader, Mustafa Kemal'i Vahidettin'in kaderi uzerinde oynamaga calismaktan hala alikoyamamisti, alikoymak niyetinde olmadigi da anlasiliyordu. Istanbul'a varmislar, birbirinden ayrilmislardi. Ne varki Vahidettin, bu son derece zeki, yakisikli pasayla artik icli-disli olmustu. Onu «Arslan yeleli pasam», «Namaglup kumandanim» diye cagirmaga baslamisti; bu dostluk, cok ilerleyerek ve derinleserek, yuruyebilirdi. Birbirleriyle sik sik gorusmek icin sozlesmislerdi. Vahidettin, belki de bu «ilah gibi guzel ve zeki pasadan nasil bir damat cikarabilirim?» diye de dusunuyordu. Arslanyapili pasaya layik cok guzel bir kizi da vardi; gerci bu kizin arkasinda Mecit efendinin oglu Faruk efendi de dolasmiyor degildi, yalniz o, rakibi gibi karsisina cikardiklari Mecit efendiden tiksiniyordu...
Ne yazik ki felek, bu dostlugu en gerekli ve en kritik zamaninda cok gormustu: Mustafa Kemal, Istanbul'a donunce bobreklerinde dayanilmaz sancilar duymaga ve kivranmaga baslamisti. Doktorlarin muayenesinden sonra yalniz sol bobreginin rahatsiz oldugu anlasilmisti. «Pasa ickisi», bu arslan gibi govdede ilk olarak bobreklere saldirmaga baslamisti.

Bir ay Perapalas'taki odasinda yataga mihlanip kalmisti; Vahidettin'den de temelli bir soz alamadigindan uzuluyordu. «Ah diyordu, Veliaht biraz daha genc, biraz daha tedbirsiz olsaydi, onunla ne guzel bir Turkiye yaratabilirdik». Bosunaydi, Vahidettin'de is yoktu. Abdulhamit ne yazik ki bu adamcagizi bir ihtiyat ve tedbir kumkumasi haline getirmisti. Doktorlarin biri gelip biri gidiyordu. Bicak gibi govdesini nesterleyen keskin sancilarin onu bir turlu alinamiyordu. Bir aralik, iyilesmege yuz tutmus, sonra yine fenalasmisti. En sonra, doktorlar, kesin tedavi icin Viyana'yi salik vermisti; oraya gitmekten baska care yoktu.
Mustafa Kemal, Viyana'ya varinca buyuk ve taninmis bir otele yerlesmisti. Muayenesi icin de bir yandan en bilgili doktorlarin muayenehanelerini asindiriyordu. Oturdugu otel, yabanci general ve diplomatlarla doluydu. Onlar arasinda kendisini cok tedirgin duyuyordu. O Osmanli Imparatorlugunun genc generallerinden biriydi. Batida general olabilmek icinse saci sakali agartmak gerekiyordu. Bu kalabalik otel musterileri arasinda en cok sinirine dokunan da bir Avusturyali general ailesiydi. Ailenin butun kisileri, ona kucumseyen gozlerle bakiyorlardi. Onlara bir ders vermek istiyordu. Bunun uzaktan uzaga olamayacagini da biliyordu. Bir kolayini bulup bir gun onlarla tanismisti. Avusturyali general, hemen ilk tanismada askerlik uzerinde bir konusma acmisti. Bu meslegin ilkin bilgi, sonra da uzun yillarin tecrubelerini gerektirdigi uzerinde uzun uzadiya fikirler yurutmustu. Butun aile generalin bu ustunluk ve kucumseme tohumlan yuklu konusmasini hazla ve boburlenmeyle dinliyordu. Bir baska general en sonra;
— Turk ordusunda sizin gibi genc generaller cok mudur? Diye sormustu. Bu son soru, bardagi tasirmisti. Mustafa Kemal, onlara verilecek dersin sirasi geldigini anlamisti. Ne var ki daha ilk tanismada verilecek dersin, bayagi nezaketsizlik olacagini dusunerek biraz geciktirmeye karar vermis, bir iki gun sonra da tasi gedigine koymustu. Ilkin Avusturya ile Napolyon arasinda gecmis olan Olm meydan savasini anlatmis ve sonunu soyle getirmisti:
— Evet, muhterem baylar, Fransiz ordularini sevk ve idare eden Napolyon da Olm meydan muharebesini kazandigi zaman cok genc bir generaldi. Avusturyali general ailesi, bu dersten sonra artik Mustafa Kemal'le yemek yemez olmuslardi. Mustafa Kemal, her gunku izlenimlerini gunluk biciminde bir deftere Fransizca olarak yaziyordu.

Bobrek hastaligi icin Viyana'da basvurdugu Profesor, onun sanatoryumda yatmasini gerekli bulmustu. Viyana yoresindeki yesilliklerle suslu temiz havali Kotaj sanatoryumunda bir ay kalarak bu profesorce tedavi gordukten sonra yine onun saligi ile Karlsbad'a gitmisti. Rahatsizligi iyilige yuz tutmakla beraber hala rahatsiz sayilabilirdi. Cok zayiflamis, bitkinlesmisti. Perhiz rejimi icin de banyolara giriyor, sancilarin kokunu kazimak icin buyuk bir direnc gucu harciyordu. Akli-fikri hep memlekette, Istanbul'da idi, cunku, savas, sonuna yaklasiyordu ve o, cephelerin cokuntusunden meydana gelen catirtiyi bu sakat ve hasta insanlarla dolup tasan yerde ruhunun kulaklariyle iyiden iyiye duyuyor gibiydi.

1918 yilinin Temmuz ayinin besinci Cuma gunu Izmir'den tanidigi bir adam, bir arkadasiyle onu ziyaret etmisti. Konuklar Sultan Resad'in oldugunu ve yerine Vahidettin'in gectigini soyleyince Mustafa Kemal'de bir sarsinti olmustu, iste, bekledigi onemli gunlerden biri gelip catmisti, ne yazik ki, o, bu sure icinde bobrek sancilariyle kivranip durmus ve Istanbul'da olan olmustu. Mecit Efendi'nin Padisah olmasini isteyen Ittihat ve Terakkiciler, Vahidettin'in hakkini cignemekten vazgecmislerdi. Onlar, mutlaka Vahidettin'i saglam kaziga bagladiktan sonra Padisah yapmislardi. Buna yedigi ekmek gibi inaniyordu.
Mustafa Kemal, Vahidettin'in padisahligi haberi ile gercek bir saskinliga ugramisti. Avurtlari cokmus zayiflamis yuzu, renkten renge giriyor, mavisi solmaga yuz tutmus iri gozlerinin derinliklerinde mavi kivilcimlar cakiyordu. Hemen tabakasini acmis sigara ustune sigara icmege baslamisti. Icinden bogulur gibi oluyor, gogsunun daraldigini duyuyordu. Daha once hic boyle oldugunu bilmiyordu. Kendisinde meydana gelen bu heyecanli, sarsici degisikligin gizli gibi duran nedenlerini soyle -boyle seziyordu. Yalniz, bunlari tahlil edecek zaman olmadigindan hic o yana aldiris etmiyor, salt midesinden yukselen bayginligin ustesinden gelebilmek icin butun direncini kullaniyordu. Izmir'li tanislari, onun bu krize benzeyen durumunu buyuk bir ilgi ve sempati ile izliyor, buna anlam veremiyorlardi. Kim bilir o, belki de Sultan Resad'in olumune yanmisti ve bu da henuz yari hasta bulunan genc ve duygulu pasayi busbutun sarsmisti. Adamcagizlar, haberi getirdiklerine bile pisman olmus gibiydiler.

Oysa Mustafa Kemal'in, Sultan Resad'in olumune zerrece aldirdigi yoktu, o, zaten onun gozunde dogmadan olmustu; Enver'in bu bunak akrabasi temizlenmekle belki de daha iyi olmustu. Hic olmazsa Enver'in de biraz burnu kirilirdi. Yalniz, isin asil onemli yani su idi ki Turkiye ve dunya yeni olaylara gebeydi. Mustafa Kemal'de kutsal rolunu oynamak icin firsatlari buyuk bir sabir ve zeka ile kolluyordu. Acaba en buyuk firsatlardan birini daha kacirmak uzere miydi? Enver'i yere vurmayi vaadeden bu en buyuk kozu da acaba elinden kacirmis miydi? Iste, ruhunun derinliklerinde gizlenen en onemli dusunce, bu olmaliydi:
Konuklari bu belali haberi verip gittikten birkac gun sonraya dek Mustafa Kemal, hem govdesindeki hem de ruhundaki bu sitma ile kavruldu durdu. Istanbul'dan bekledigi butunleyici haber en sonra gelmisti. Artik kesin olarak Vahidettin Padisahti; bu, bir gercekti.


Kutsal Isyan – 6:

Mustafa Kemal, soyle demisti:

— Muharebe kaybedilmistir. Memleket batiyor. Is­te, sizin pasalarinizin uzak gorurlulugu (Bu pasalar el­bette, Enver ve Cemal pasalardi) Mamafih, ben orada idareyi elime alacagim ve bu pasalari mahkemeye vere­cegim.

Cevat Abbas'tan gelen ikinci telgrafta ise cabucak Istanbul’a donmesi istendigi yaziyordu. Mustafa Kemal, bunun uzerine kendisini kimin istedigini ve boylece Is­tanbul'a donmenin gerektigini anlamisti. Bunu arastirip sormayi bile gereksemeden 1918 Temmuz'unun 27 Cu­martesi gunu Karlsbad'dan Istanbul'a yollanmisti: Kendisini el altindan cagiranin yeni padisah oldugunu iyice biliyordu.

Yalniz bir talihsizlik Viyana'da onu yine yataga mih-lamisti, zaten, adamakilli zayiflamis olan govdesini daha-cok hirpalamisti. Birinci dunya savasinin Avrupa uzerin­den buzlu bir ruzgâr gibi gecen korkunc, oldurucu hasta­ligi Ispanyol nezlesi, bu hasta, yolcuyu Viyana'da kistiri-vermis ve Anayurttan bir zaman daha uzakta kalmasina yol acmisti. Her seye karsin sirim gibi guclu govdesi ve ruhunun gucu ile bu pis ve bulasik hastaligi da yenerek kapagi Istanbul'a atmis, boylece gurbetlerde olup gitme­nin gizli korkusundan temelli kurtulmustu.

Onu Sirkeci istasyonunda karsilayan yaveri Cevat Abbas'tan butun gerekli bilgiyi almakta gecikmemisti: onun da kulagini buken elbette yeni padisah Vahidettin'in ta kendisiydi. Padisah veliahtligi sirasinda Almanya gezisi dolayisiyle onunla cok iclidisli oldugundan bu yakinligi ve ictenligi bundan sonra da surdurmek istiyordu. Mustafa Kemal, kendisini dusundugunden dolayi Padisah'a cok selâm gondermis ve musir Izzet Pasaya soyle demisti:

— Herhalde umumî durumun fenaligi yok etmek icin yeni padisahi yeni bir istikamete sevketmek gerekir. Bu bakimdan kendisiyle gorusmekligimi uygun bulur musunuz?
Mustafa Kemal, bu sorusu ile kendisi icin bugun ka­ranlik olan pek cok seyi ogrenmek istiyordu. Izzet Pasa, onun padisahla bu bicimde konusmasini uygun bulmus­tu. Bunun uzerine Mustafa Kemal, hemen Naci bey araciligiyle Padisahtan bir randevu istemis ve belli bir, saatta bulusulabilecegini bildiren haber gelmisti.

Eski yolculuk arkadasi Vahidettin, Mustafa Kemal'e ilk anda oyle derin bir ictenlikle, yapmaciktan uzak bir nezaket gostermisti ki, henuz hastaligin kuruntulara yol acacak ikliminden kurtulamayan «aslan yeleli pasa»nin butun kararsizligi dagilivermis ve iri gozlerinin icinde atesli bir mavilik ve umut gulumsemege baslamisti. Demek ki, padisahlik onun arkadasligini baltalamamisti, basamak saglamdi, simdi bakalim obur basa­maklara!

Mustafa Kemal, Vahidettin'in karsisindaki bir kol­tuga oturduktan sonra Vahidettin her ikisinin arasinda duran taburenin uzerindeki sigaraliktan bir sigara alip ona vermis, bir de kendisi almis ve yaktigi mumlu kib­riti sigarasini yakmasi icin ona uzatmisti.
Bu davranis, cok iyi bir baslangicti. Mustafa Kemal'­in kalbindeki umutlar, birden ak kiraz cicekleri gibi acivermisti. Onu padisah oldugundan dolayi dostca, asker­ce, yurtseverce ve diplomatca kutlamakta acele ettikten sonra yine eski yol arkadasliginda ele almis olduklari konulara gelmisti:

— Seyahatimiz esnasinda butun fikirlerimi cok acik bir lisanla soylemistim. Bu dakikada ayni tarzda gorusmekligime musaade buyrulur mu? Vahidettin, boynunu ileri uzatip sigarasindan bir so­luk cekerek!

— Hay! Hay!

Demis ve yuzunde bir karara varmis insanlarin ay­dinligi ile onu dinlemege hazirlanmisti.

Mustafa Kemal, hic itirazsiz dinleyen padisaha tipki yolculukta yaptigi gibi bu kritik anda onun yapmasi ge­reken ve yapabilecegi her seyi uzun uzun sayip dokmus ve en son olarak ta sozlerini sunlarla percinlemisti:

— Derakap Baskumandanligi bizzat uhdenize aliniz, kendinize vekil degil, bir erkâni harbiye reisi tayin edi­niz... Her seyden evvel orduya sahip ve hâkim olmak la­zimdir, ancak ondan sonra dusunulecek munasip karar­lar tatbik olunabilir.

Vahidettin, bu cok onemli oneriden cok hoslanmisti, onun istedigi de bundan baskasi degildi. Osmanli tahtini rakipsiz olarak, tipki dedeleri Fatih, Yavuz, Kanuni gibi yonetmek biricik dusuncesi, idealiydi. Ne var ki, henuz gucsuzdu. Ortamsizdi; orgutsuzdu. Talat'la Enver'in uze­rine bindikleri Ittihat ve Terakki ejderhasi, onu bir lok­mada yutabilirdi. Enver'i Baskumandan vekilliginden kaldirip atmak, butun ordunun dizginini eline almak, cok sanli bir davaydi, yalniz, bunun Kurmay Baskanligina Mustafa Kemal'i getirmek te ayni tehlike ile bas basa kal­mak, burun - buruna gelmekten baska neydi ki? Mustafa Kemal, askerlik bilgisi ve gorusuyle, yuksek zekâsi ve seckin kisiligiyle onun silik varligim ezecek, meydandan silecek ve yerine o gececekti. Bu biricik tehlikeyi dusunup durmasa Mustafa Kemal onun icin cok saglam payanda direklerinden biri sayilirdi. Ne yazik ki, Mustafa Kemal'­in derin ve sonsuz ucurumlar saklayan varligi, hâlâ onun icin bir bilmeceden ileri gecememisti.

Bu yuzden Mustafa Kemal'in butun konusmalarini cok yararli buluyor, onlari dinlemekten hoslaniyor, yal­niz, bu dusunceleri uygulamaktan cekiniyordu. Enver pa­sa, Mustafa Kemal'in kisiligi cevresinde yukselmek he­vesinden baska bir sey tanimayan bir adamin ihtirasin­dan meydana gelen bir efsane yaratmisti; Enver Pasanin kendisi de Osmanli Devlet mekanizmasinda en yuksek mevkilere tirmandigi halde her zaman Mustafa Kemal'­den cekinmis, onun rekabetinden korkmustu; bu korku­dur ki, ileri mevkilerde pusu kurmuslar icin surekli bir urkuntu kaynagi olmus ve herkes Mustafa Kemal'i daha cok uzaktan degerlendirmekle yetinmisti. Mustafa Ke­mal'in bir gercekler deposu olarak ortada dolasip dur­masi herkesi gercekten urkutmustu. Vahidettin de onun­la konusurken, daha dogrusu onu dinlerken son kerte tetikte bulunuyor, bir tongaya bastirilmamak icin Abdulhamid'in sarayinda edindigi butun «Tedbir» stokunu bu­yuk bir beceriklilikle kullanmaga calisiyordu. Iste, Vahidettin, Mustafa Kemal'in kendisine yap­mis oldugu bu cok guzel ve cok dostca oneriyi kili kipir­damadan dinlemis ve eski gelenegi uzere yine gozlerini kapayivermisti. Biraz sonra gozlerini acinca durgun bir sesle:

— Sizin gibi dusunen baska ruesayi askeriye var mi­dir? Diye sormustu.

— Vardir.

— Dusunelim.

Mustafa Kemal, bu son soz uzerine umutsuzluga, of­keye benzer bir duygu icinde kalmis, yalniz, hic belli et­memisti. Simdiye dek hep saldiriya gecmis ve en iyi sa­vunmanin saldiri oldugunu ogrenmisti. Umutsuz dusme­mege calismis, gucunu toplayip birkac gun sonra yine saldiriya gecmege karar vermisti. Bu konusmadan da an­lamisti ki, Vahidettin'in iradesi uzerinde oynayanlar vardi ve onlar onun iradesini bir umut kayasina zincirle­mislerdi.
Kendisine sagir bir duvar gibi kapanan Vahidettin'in arkasindaki «Enver Domuzun»dan baskasi olamazdi.

Tehlikeyi sezdikleri icin kendisinden once davrandik­lari meydandaydi. Mustafa Kemal'in, Alman ordusunun buyuklerine gore Vahidettin'in agzindan, gerek kendisi­nin dogrudan dogruya yapmis oldugu saldirilar, elbette ki, bu, gocunan buyuklerce Talat ve Enver Pasalara ye­tistirilmis ve bu «Alman dusmani» nin neden Veliahtla Almanya'ya gonderildigi uzerine sorular sormus olacak­lardi. Turk padisahinin Alman partizani olmasi her za­man icin Almanya'nin yararinaydi. Turkiye uzerinden Marko Polo'nun yolundan giderek Dogu'nun zengin ulke­lerine sizmak, hic bir vakit yabana atilmayacak bir du­sunce ve bir Alman siyasetiydi. Mustafa Kemal, bu se­ruven istahasi karsisinda ufacik ta olsa, bir engel gibi belirmege ve direnmege baslamisti. Eger, felek ona kimi olanaklarla biraz daha once davranmak sansini bagislasaydi, Turk ordusunu eline- gecirerek butun Alman ge­neral ve personelini kapi disari edecek ve itilâf devlet­leri ile ayri bir baris yaparak Turkiye’yi daha cok zarar gormeden kurtaracakti. Bunlar bir sir degildi, biliniyor­du. Ittihat ve Terakki icinde az da olsa kimi dusunenler Mustafa Kemal'in Baskumandan vekilligine getirterek Enver'in uzaklastirilmasini istiyorlardi. Bunlarin baslica temsilcisi de Nazim Pasayi kabinesinde vurarak Enver Pasaya simdiki mevkiini saglayan yigit Yakup Cemil'di. Ne var ki dusuncesini cevresine ve butun ittihat ve terakki partisine yayarak Kâgithane sirtlarinda kursuna dizilmis­ti. Enver Pasa, biraz da bu yuzden Mustafa Kemal'in cevresinde bir «Sihhî kordon» meydana getirmege ve onun sactigi «taksitlerin» etkisini hice indirmege. calisi­yordu. Bu kadarla yetinmesinin baslica nedeni Mustafa Kemal'in cok guclu bir asker ve kumandan olusu ve Anafartalar'da kazandigi zaferle Istanbul'u kurtarisiydi. Cok populer olmamisti, cunku, buna meydana verilmemisti. Yine de onu taniyanlar ve sevenler azimsanamadi. Enver Pasa, ona karsi komitaci ruhu ile davranip ta herhangi bir zarar getirmege calissaydi belki basarirdi. Yalniz bu, Mustafa Kemal'in seckin kisiliginin busbutun meydana cikmasina ve onun birdenbire buyuk bir kahraman ola­rak boy vermesine yol acacakti, iste, bunun icindir ki, zekice kombinezonlarla onu sinirdan sinira surgun gibi uzaklastiriyor ve zaman kazanmaga calisiyordu. Mus­tafa Kemal, bunu cok iyi bildiginden yine kimi dolapla­rin donmekte oldugunu ve Vahidettin'in baski altina alindigini anlamakta gecikmemisti.

Bu gorusmeden birkac gun sonraydi, Naci bey, Mus­tafa Kemal'i, Vahidettin'in musir Ahmet izzet Pasa ile kendisini kabul etmek istedigini bildirmisti. Mustafa Ke­mal, bir kez yalniz degildi, yaninda izzet Pasa da vardi. Mustafa Kemal, bu cagriya soyle bir anlam veriyordu: Herhalde, Vahidettin, kendisine gecen gun yapilan cok onemli oneri uzerine her ikisi ile birden konusmak, bir karara varmak istiyordu. Mustafa Kemal, bu konusma­nin da genel konular uzerinde yurutulmek istendigini gormus ve bircok kez bunu kendi dusunceleri yonune cevirmege calismissa da yapamamisti. Vahidettin, kapali bir kutuya donmustu; agzindan tehlikeli bir soz kacirma­mak icin cok sakinarak konusuyor, bu tehlikeyi onle­mek icin de daha cok dinlemege calisiyordu. «Ah, su namaglup kumandanin, su aslan yeleli pasanin arkasinda bir de kendisini destekleyen teskilâti alsaydi.» Vahidet­tin, onun dediklerini hemen yapacaga benziyordu. Ne yazik ki, herkesin gercekleri gormekten kacindigi bir donemde yasiyorlardi. Onun icin de Mustafa Kemal, munzevi yasayisi icinde omur curutuyordu. Kendisini an­layan bir tek adam vardi, onu da padisah yapmak icin zin­cirlemisler, kendisinden uzaklastirmalardi. Vahidettin'in bu yoklayislari bosuna degildi; bir destek ariyordu. Yal­niz, enistesi Ferit Pasa, golgede ona bir kuvvet oluyor, Hurriyet ve Itilâf partisinin kodamanlari ona yine gol­geden gun yuzu gormemis umut menekseleri uzatiyor­lardi. Elbette, bu da yetmezdi. Bunun icin padisah, bu gorusmede de yararsiz birkac gevelemeden baska turlu, temelli, umutlu, bir konusma yapamamis, icilen birkac sigara, cakilan birkac kibrit ve hopurdetilen birkac kah­veden sonra Mustafa Kemal'le Izzet Pasa'ya kalkip kos -kos gitmek dusmustu.



Kutsal Isyan – 7:

Yalniz Mustafa Kemal, yilmamisti; hastaliginin yavas - yavas iyilesmege yuz tutmasiyle govdesi ve iradesi de guclenmege baslamisti. Korkunc zamanlar dev adimlariyle yaklasiyordu. Isi, siki tutmak gerekti.
Iste, bunun icin padisahi bir kez daha gormek ve yalniz olarak huzura kabulunu istemisti. Gozleri artik bir sey gormuyordu. Daha ilk anda birkac konusmada agzina tikilan eski dusuncelerini buyuk bir inan ve coskunlukla anlatmaga baslamisti; artik, sonucu almaga kararli gorunuyordu. Bu adamin yapay iradesini bir iskambil satosu gibi yikacak, yerlere serecekti. Ne var ki, Vahidettin, ondan once davranmis ve bu tehlikeli konusma kapisini su sozlerle apansizin kapayivermisti.
— Pasa, ben her seyden once Istanbul halkini doyurmak zorundayim; Istanbul halki actir, bunu yapmadikca alinacak her tedbir isabetsiz olur.
Vahidettin, bu sozleri soyleyip bitirince yine gozlerini kapayivermisti.
Mustafa Kemal, henuz oldukca gencti, yalniz;, hayatta o kerte cok sey gormustu ki, yetesiyle gorgulu sayilabilirdi. Karsisinda tilki gibi kurnaz bir adamin bulundugunu artik anlamisti. Nazik, icten, saf ve dogru gibi gorunen butun bu davranislarin arkasinda, dogu saraylarinin yetistirmesi bir insan - tilki bulunuyordu. Mustafa Kemal: «Ilkonce Istanbul halkini doyurup onu kazanmak, ilerideki yapacaklari icin burasini bir dayanak noktasi olarak kullanmak istiyor!» diye dusunuyordu. Gene kosullar duzelmedikce, onun bu dusuncesi politika bakimindan dogru olsa bile bu istegin yerine getirilmesi mumkun olabilir miydi?
Boyle dusunen Mustafa Kemal aciktan:
— Cok dogru dusunuyorsunuz, fakat Istanbul halkini doyurmak icin alinmasi lâzim gelen tedbir ve tesebbusler, zati sahanenizi butun memleketi kurtarmak icin alinmasi lâzim gelen mubrem ve mustace tedbirlere tevessul etmekten alikoyamaz. Heyeti umumiyenin selametini temin edecek mesai, ancak makinanin heyeti umumiyesinin islemesiyle mumkun olur ve heyeti umumîye islemedikce bu makinadan bir kisim muhassala dahi almak kabil olamaz. Soyledigimin isabetine kaniim, belki zati sahanelerince fazla telakki buyurulur, lâkin bildir meye mecburum ki, yeni padisahin mebdei hareklti evvela kuvvete tesahup etmek olmalidir. Devleti, milleti ve butun menfaatleri mudafaa eden kuvvet baskasinin elinde bulundukca sizin padisahliginiz dahi lafzî olmaktan kurtulamaz. Biraz tedbirsizce oldugundan kaniim.
Padisah, Mustafa Kemal'in bu her seyi goze almis yalin konusmasi karsisinda savunmaya gecmis ve su umut ve dus kirici sozleri soylemek zorunda kalmisti:
— Ben icap eden seyleri Talat ve Enver Pasalar hazerati ile gorustum.
Evet, Vahidettin, en sonra baklayi agzindan cikarmisti. Mustafa Kemal'in butun sezinlemeleri dogru cikmisti.
Vahidettin, Mustafa Kemal'in gozunden birdenbire dusuvermisti. Demek ki, bu adamin karakterine hic guvenilemezdi. Daha birkac ay once Talat'la Enver'i elinden gelse disleri ile parcalamak isteyen Veliaht, bu adamin ta kendisi degil miydi?
Simdi, hem yuz milyonlarca muslumanin halifesi, hem de, Osmanli ulkesinin padisahi olan bu adam, Veliaht Vahidettin'i hic mi hic tanimayacak hale gelmisti. Mustafa Kemal'in bu sozden cikardigi anlam suydu: «Siz vazife ve salâhiyetiniz fevkinde benimle lâubalilik mi etmek istiyorsunuz?»
îste, bunu da anlayinca, Mustafa Kemal, artik Vahidettin'e karsi duymakta oldugu vicdan sorumlulugunun sona ermis oldugunu anlamisti. Vahidettin, musaade eder gorunmedigi halde ayaga kalkmisti.
Vahidettin ise Mustafa Kemal'e bir daha bakmaktan korkuyormus gibi gozlerini yummus ve boylece elini uzativermisti. Bir tek soz soylememisti. Gozleri kapali ve zayif ve kuru parmakli eli, uzanmis duruyordu. Mustafa Kemal, egilip bu eli sikti, guclu parmaklarinin arasindaki bu kemikli elde artik bir dostluk sicakligi olmadigini duymustu.
Vahidettin'in yanindan cikarken Mustafa Kemal'in
gozlerini buyuk bir uzuntu bugulamisti. Yuzunun iradeli cizgileri kararsiz bir hal almis, kaslari dusmustu. Onunla birlikte disari cikan eski hocasi Naci bey, onun gozlerindeki bu bulanik havayi ve yuzundeki umutsuzlugu iyice gormustu. Iki eski dost, hic bir sey soylemeden birbirlerinden ayrilmisti.
Alman generalleri de Turk pasalari da bu sarisin pasanin ofkesinde icten ve asil bir sey sezdikleri icin bir zaman susmuslardi. Mustafa Kemal, Enver Pasa'yi selamlamayi bile gereksemeden mahmuzlarini sakirdatarak salondan cikip gitmisti.
Mustafa Kemal, bir kez daha Istanbul'dan uzaklastirilmis ve boylece tehlikeli bir adam olmak rolune son verilmek istenmisti. Bobreklerindeki silik sancilara aldiris etmemege calisarak trenin uzun, yorucu yolculuguna bir kez daha katlanmis ve Agustos'un son gunlerinde Suriye'deki karargâhina varmisti. Karargâh Nablus'taydi ve ikinci kez olarak 7 inci Ordu kumandanligina getirilmis oluyordu. Agustosun bu gunlerinde Arabistan, cehennem gibi kayniyordu. Cok uzun olan cephe cizgisini turlu araclarla dolasip gormek, hurdalasmis, yagi, istimi bitmis savas makinasini yenilemek, isler duruma getirmek gerekiyordu.
Burda, zincirleme felâketlerin birbiri ardinca patlak vermesi, gun meselesiydi. Olaylari derinligine isleyebilen bir gozun gorecegi realite, her seyin bitmis oldugunu gosteriyordu. Onu, bir yangin yerine gondermislerdi. Colun
korkunc sicagi yaninda umutsuzlugun kizgin colu de uzaniyordu. Tek tuk muz ve hurma agaclarinin sert, yesil ve enli yapraklari ne govdesini, ne de ruhunu serinletiyordu. Burda, artik, Turk cocuklari icin doga da, yerliler de, Ingilizler de dusmandi. Muslumanligin bu eski koruyucularina karsi Lawrence'in altinlariyla hirsa gelmis halklar arkadan egri cenbiyelerini savuruyor, onlarin yurt ve sila ozleminden baska artik hic bir sey barinmayan soylu yureklerini desip olulerini colun sirtlanlarina cakallarina ve ak tuylu akbabalarina yem olarak peskes cekiyorlardi. Mustafa Kemal'in ici kan agliyordu.
Mademki is basa dusmustu. Yine bir seyler yapacak, yoktan var etmege calisacakti. Bundan baska cozum yoktu.
Yuzlerce kilometre tutan cepheyi yari hasta olarak dolasiyor, olani goruyor, dertleri dinliyor, yapilabilecekleri not ediyordu. Bu cephe uzerine uc ordu sikismis bulunuyordu. Ne var ki, bunlarda adlarindan baska orduluktan iz yoktu. Bunlar, eski orgutlerin iskeletleriydi. Bugunku durumlariyle kullanilamaz, yararli bir is goremezlerdi.
Bunlardan ancak vurucu bir guc olarak su bicimde yararlanilabilirdi; orduyu sikip, derleyip, toplayip bir ordu haline getirmekle. Istanbul'dan yola cikmadan once boyle dusunen Mustafa Kemal, butun bu birliklerin toptan kendi komutasina verilmesini gerekenlere bildirmisse de onun bu guzel onerisiyle ilgililer ancak alay etmisti.
Mustafa Kemal, Karlsbad'dan hasta olarak donmus ve bu hasta haliyle durmadan olaylarin icinde boy vermek zorunda kalmisti. Istanbul'da cektigi ic uzuntulerine simdi buradaki siki teftisler icin harcadigi takat ve enerjinin eklenmesi dolayisiyle varligi adamakilli hirpalanmisti. Suriye colunun soluk kursun renkli gogunde, insaninda ve gidisatinda artik avunmaya benzer hic bir sey bulamiyordu. Bozgun canlarinin, hararetten yanan dudaklarini kumlarin vefasiz sicak suyu serinletmiyordu.
Henuz Nablus'a geleli onbes gun olmamisti ki siki calismak onu yere sermis, yataga dusurmustu. Butun ordu yasayisinda kendisinden de bir yas kucuk olan Enver Pasanin oyuncagi olmus, onun iradesi altinda ezilmege yuz tutmus, ancak, istifa edip cekilmelerle bu irade darbelerini bosa cikarmisti.
Yataginda bitkin ve umutsuz yatiyor, havanin ve hastaligin siddetinden terleyip duruyordu.
Kurmay Baskani, bir gun ona, her gun oldugu gibi, gunluk raporunu getirmisti. Okumus, onemli hic bir sey gormemisti. Her gunku bayagi raporlardan biriydi bu. Yalniz, dur hele, bu bombos gibi gorunen raporlar icinde enteresan bir nokta isildiyordu: Bir Ingiliz tutsagi sezilir gibi bir seyler soylemisti. Mustafa Kemal'in her zaman uyanik bulunan kafasinda bir simsek cakmisti: Bir iki gune dek butun cephe uzerinde Ingilizler agir saldirilara girisebileceklerdi. Hemen buyruk vermisti:
— Biraz sonra Erkâni Harbiyemi toplu olarak gorecegim.
Yataktan kalkmis, giyinmis, is odasina giderek bir savas buyrugu yazdirmisti., Bu buyrukta sunlar vardi: «Dusman 19 Eylul gunu aksami umumî taarruz yapacaktir.»
Buyrukta butun alinacak tedbirler birer birer bildiriliyordu.
Bu buyrugu, haberi olsun diye, grup kumandani Liman Von Sanders pasaya da gondermisti. Mustafa Kemal, bu Alman Generalini Anafartalar'dan beri tanir, cok sayar ve severdi. Alman generalleri arasinda Mustafa Kemal'in degerini anlamis olan biricik kumandan oydu. Mustafa Kemal'in sert karakterine karsi yumusak bir anlayisla davranan Liman Von Sanders, burda da Mustafa Kemal'in ustu bulunmaktaydi. Bu kez, Mustafa Kemal'in raporlarindan cikardigi sonucu garip ve anlamsiz bulmus, bu basitlige gulmustu bile! Yalniz, Mustafa Kemal'in karakterini iyi bildiginden zekâsindan da kuskulanmamak gerektiginden sonucu ilgiyle beklerken ona da herhangi bir sey soylememisti.
Mustafa Kemal, verdigi buyrugun kotu niyetlilerce hice sayilabilecegini dusunerek butun dikkatiyle tetikte bekliyordu. Bunun icin 19/20 Eylul gecesi Kolordu Kumandanlari Ismet beyle, Ali Fuat pasayi telefon basma cagirmisti:
— Verdigim emri ve ona gore icap eden tedbirleri aldiniz mi?
— Emriniz yapilmistir.
Henuz bu telefon konusmasi yapilmaktayken Ingiliz topcusu, Turk cephesini dogmege baslamisti. Butun gece cephe savasi surmustu. Mustafa Kemal'in ordusunun sag kanadindaki ordu yarilmis ve tutsak dusmustu. Acilan bu gedikten gecen Ingiliz suvarileri, Liman Von San-ders'in karargâhini gafil avlayarak basivermisti.
Mustafa Kemal'in askerî dehasi, bir kez daha anlasilmisti. Ne yazik ki bu gercegin meydana cikisi artik yararsizdi. Gercek anlasilincaya dek is isten gecmisti.
Mustafa Kemal, bir dev iradesi ve bir tanri zekâsi kullanarak ordusunu sag-salim Sam'a getirmisti. Irmaklardan, collerden, daglardan asirilip oraya dek ulastirilan orduyu, bu guzel sehrin yakinlarinda derleyip toplamaga, ona ceki-duzen vermege calistigi gunlerden bir gun yanindaki maiyetiyle Sam'a gitmek uzere yola cikmisti.
Sam'in ilk mahallelerine girdiginde butun halkin yuzunu donuk ve asik bulmustu herkes, ona ve maiyetine karanlik bakislarla bakiyordu. Bu bakislarda dostlugun, eski asinaliklarin kirintisi yoktu. Eskiden Turk ordusu gecerken gulumseyen, cicekler atan genc kizlar ve kadinlar, onlari gorunce ya evlerin karanlik kapilarinda gozden uzaklasiyor, ya da kara ipek carsaflarinin sagir ortusune burunuyorlardi. Erkeklerin pek cogu ise onlari busbutun gormezlikten geliyor, kahvelerin onunde nargile fokurdatan yaslilar, onlara uzak ve silik bakislariyle bir duse bakar gibi bakiyordu.
Yalniz butun bunlarin ustunde, Mustafa Kemal'in anladigi suydu ki, boyle kaygusuzluk perdesi arkasina cekilmis gibi gorunen, Sam'in Arap halki, busbutun tersine, onlarla derinden derine ilgileniyordu. Ancak bu ilgi dusmancaydi.
Guzel Sam kenti, Mustafa Kemal'in tanimadigi bir yer degildi. Selanik'ten buralara suruldugu ve Abdulhamit'e karsi Ihtilâl Cemiyetini kurdugu gunlerden beri bu kentten cok gelip gecmisti. Burasi, onun ilk surgun yeriydi. Ozgurluk mucadelesinde elebasilardan oldugu icin kaldirilip bu sagir koseye atilmis, bir kolayini bulup yine ozgurluk fikirlerinin bol bol ve renk renk cicek actigi Balkanlar Turkiye'sine kacip gitmisti. Bu kentte onun cok tatli-aci anilari vardi. Sonraki kumandanliklarinda da buralarda bir hayli omur tuketmisti. Onun yerinde Sam'i ilk kez goren bir pasa olsaydi, bu degisikligi kolayca anlayamazdi. Mustafa' Kemal'in gorgulu gozleri, halkin yuzundeki dusmanca anlami ilk bakista kavrayivermisti.
Grup kumandani Liman Von Sanders pasayi Sam/da bulacagini umarken bulamamisti. O, Sam'dan ayrilip gitmis ve Mustafa Kemal'in kurmay baskani Sedat beye haber birakmisti. Sedat beyden ogrendigi buyruk suydu: Sam savunulacakti ve savunmayi Dorduncu Ordu kumandani Cemal Pasa yapacagindan o kendi ordusunu da Cemal Pasa'nm komutasina verecek ve kendisi Rayak yoresindeki kumandansiz birlikleri teslim alacakti.
Sam'in gobegindeki guzel Viktorya oteline gittiginde Cemal Pasayi orda bulmustu. Kendi aldigi emri Cemal Pasa da almisti.
Mustafa Kemal, butun yedinci ordu birliklerini Kolordu kumandanlarindan Ismet bey'in (Pasa) komutasina vererek Cemal pasaya teslim etmis ve hemen o aksam trenle Dayak'a yollanmisti. Yalniz, yola cikmadan once obur kolordu kumandani Ali Fuat pasanin kendisiyle birlikte yola cikmasini da buyurmustu. Rayak'ta Liman Von Sanders'i bularak gorusmus, o da oradaki birlikleri Mustafa Kemal'e teslim etmek istemisti. Bu arada «Asya kolu» adini almis olan ve bir Alman albayinin komutasinda bulunan Alman birliginin karargâhina varmislardi... Bu karargâh Rayak yoresinde (Tegnatsel) ziraat okulunda bulunuyordu.. Yapi, guzel ve moderndi, Alman albayi onlara soguk biralar ikram etmis ve Liman Von Sanders'e de bu Alman kolunun her seye karsin bir birlik oldugunu gostermek icin harita uzerinde bazi cambazliklar yapmaga baslamisti.
Mustafa Kemal, Almanca soylenen bu sozleri ve yapilan aciklamayi soyle-boyle bildigi Almancasiyle hic kacirmadan dinlemis ve albay susunca soyle, sormustu:
— Bu zat, benim komutama verildi mi?
— Evet!..
— O halde, Miralay bey, bana cevap veriniz; nerede ne kadar kuvvetiniz kalmistir ve ne vaziyettedir?
Bu soru karsisinda albay sasalamis ve duralamisti; biraz dusundukten sonra da su yaniti vermisti!
— Henuz olumlu cevap veremem. Cunku harekât icabi vaziyet biraz suphelidir.
O zaman Mustafa Kemal, butun nezaket kurallarini ve konukluk haklarini bir yana birakarak hisimla soyle konusmustu:
— Miralay bey! Bu vatan elden gitmektedir. Bunun mesuliyetini uzerlerine almis olanlar, meskukiyet uzerine binayi mutalaa edemezler. Ben simdi karar vermek mecburiyetindeyim. Sizin nenize istinat edebilirim? Bana soyler misiniz?
Albay, akilli bir adamdi. Mustafa Kemal'in ciddî sorusu uzerine biraz dusundukten sonra dogruyu soylemekten cekinmemisti:
— Efendim, binayi mutalaa edilecek bir kuvvet olmadigini kabul etmek muvafiktir.
— Yani karsimda yalniz Miralay beyi ve maiyetini goruyorum o kadar.
— Dogrusu bu budur!..
Mustafa Kemal, Liman Von Sanders'ten ayrilarak Rayak'taki kendi karargâhina gitmisti. Rayak yakinlarinda askerî birlik diye kimi insan dokuntulerinden baska bir sey yoktu. Bu zavalli Anadolu ve Istanbul cocuklari, moralleri sifira inmis, ac, zayifliktan kemikleri cikmis, yari hasta bir yigin insandi. Yedikleri tayin macun gibi cektikce uzayan yemyesil bir nesneydi. Ictikleri dari corbasina ara sira biraz pamuk yagi, aycicegi yagi ya da bakimsizliktan sumuk haline gelmis sigir etleri atiliyordu. Arabistan colerinin alismadiklari gunesiyle kavrulmus bu yuzlerde umuttan baska her nesne vardi.
Mustafa Kemal, tek Turk askerinin yitirilmemesi icin elinden geleni yapiyordu. Onca, bir asker bir kulce altindan yuz kez daha degerliydi. Yarin, altinin gumusun yapamayacagini yine bu Turk cocuklari yapacakti. Onlara her zaman bir mucize yaratabilecegine inaniyordu.
Bunun icin, ordularin dokuntulerini buyuk bir cabayla Anadolu topraklarina dogru kacirmaga, Ingiliz kursunlarindan korumaga calisiyordu. Bir gun yine Kuzey'e dogru yollanan perisan ve eksik ordu kadrolarim incelerken kimi kumandanlar:
— Ne oluyor?
Diye sormuslar, o da onlara soyle demisti:
— Fazla kayip vermemek icin cekiliyoruz, evet, bos yere insan kaybetmege luzum yok, bir gun onlar bana lâzim olacak!
Mustafa Kemal, bu insan enkazini, guvendigi subay kadrolari eliyle derleyip toplayip bir duzene sokarken Rayak demiryolu istasyonunun da yakilmasini buyurmustu. O, Rayak istasyonunu atese verdirdigi sirada kimi ordu kumandanlarinin atlarina atlayarak Kuzeye gectiklerini haber almisti. O zaman uzuntusu cok buyuk olmustu: Cunku Sam kentinin savunmasini kendisine biraktigi kumandanlarin Sam'dan ayrilmis olduklarini anlamisti. Sonra, dusmana teslim olmak zorunda kalan bir kolordunun kumandaninin da Rayak'a geldigini ona haber vermislerdi. Tepesi atan Mustafa Kemal, bu kolordu kumandanini yanma cagirtarak ona su sert sozleri soylemisti:
— Siz kolordunuzu birakip Beyrut'a gittiniz, oradan da benim yolladigim trenle buraya geliyorsunuz. Kolordu denilen cuzutam, kuvvet ve kudret itibariyle en buyuk cuzutamdir. Bunun kumandani bir tek neferini dahi kurtarmaksizin, bilakis, heyeti umumîyesini dusman elinde birakarak, sahsini kurtardigi vakit, esbap ve serait ne olursa olsun, kolordu kumandaninin aleyhindedir. Simdi, ben size bir iyilikte bulunmak istiyorum. Fakat bir sartla: Henuz kumanda etmek icin kuvvei manevîyeniz yerinde midir?
Kacak kumandan biraz dusunmus ve:
— Evet, yerindedir. Demisti.
— O halde, Baalbek'te bekleyen arkadasimiz Ali Fuat Pasanin yanina gidiniz, yarin size tekrar bir kuvvetin kumandanligini tevdi edecegim.
Bu kacak kumandan, ne yazik ki Mustafa Kemal'in yanindan ayrilinca Blaabek'e gidecegi yerde trene atladigi gibi Istanbul'u boylamisti.
Iste, o zaman Mustafa Kemal, korkunc gercegi iyice gormustu: Butun cephelerde bir sey kalmamisti. Mustafa Kemal, cephelerde bir bozgun havasinin esmege basladigini anliyordu.
Tepesinin attigi boyle bir zamanda guclu bir iradenin yurt, gorev ve insan sevgisinin meydana getirdigi cilginca bir karar vermisti. Bu karar ona soylece ozetlenen yigitce bir buyruk vermege goturmustu: «Sam'da bulunan butun kuvvetler, benim orada biraktigim Ismet beyin emri altinda, Rayak havalisindeki kuvvetler Ali Fuat Pasa kumandasinda simale hareket edeceklerdir.»
Bu buyrugun bir suretini de butun kuvvetlerin kumandani olan Liman Von Sanders pasaya gondermisti. O zaman, Mustafa Kemal'in aleyhine bir kaynasmadir baslamisti. Her kafadan bir ses cikiyordu. Daha buyuk kumandanlari hice sayarak boyle bir buyruk verebilen adam da kim oluyordu? Boyle sey gorulmus muydu? Askerlik olmus muydu, artik?
Mustafa Kemal'in bekledigi de zaten buydu. Artik bu ayaklanisa karsi patlayabilirdi. Sorumsuzluklar yuzunden butun ordu, butun vatan, parca parca olup butunden ayriliyordu. Mustafa Kemal, yaptigi isin hesabini verecek ve bu isi istedigi gibi yurutecek gucte oldugunu biliyordu. Rayak istasyonunu bastanbasa atese verdikten sonra grup kumandani Liman Von Sanders'in karargâhinin bulundugu Baalbek'e yollandi. Yolda yerli halk sagdan - soldan kafileye ates ediyordu. Demek ki buralardaki yerli ayaklanis, onun sandigindan da siddetliydi. Baalbek'te Ali Fuat pasayi bulmus ve ona buyrugun siddetle uygulamasini yineleyerek Humus sehrine dogru ilerlemisti. Cunku Liman Von Sanders oradaydi.
Humus'ta trenden indiginde geceydi. Hemen Liman Von Sanders'i bularak cok icten ve cok kandirici mantigi ile ona bu buyrugun verilmesinin gerekliligini anlatmisti. Liman Von Sanders, kendi islerine ve yetenegine karisan bu eski ele avuca sigmaz dostuna anlayisli sempatik mavi gozleri ile bakmis ve onun butun dediklerini anlar ve bunlara inanir gorunmustu. Mustafa Kemal'i dinledikten sonra:
— Evet, verilecek karar bundan baska turlu olamazdi.
Demisti. Mustafa Kemal, bunun uzerine:
— O halde bu karar uygulanacaktir. Diye son baskiyi yapmisti.
— Yalniz, rica ederim, benim Erkâni Harbiye Reisini ikna eder misiniz?
Liman Von Sanders'in Kurmay Baskani Diyarbakirli Kazim pasaydi. Bu, Mustafa Kemal'in iyi tanidigi bir askerdi. Hasta yatiyordu. Liman Von Sanders'le birlikte onun yattigi odaya gitmislerdi. Mustafa Kemal, butun durumu anlatinca onun da usu bu ise yativermisti.
Mustafa Kemal, bu karara gore 7 nci ordu dokuntulerini Suriye'nin Kuzey ucunda, yani Halep'te toplayacak ondan sonra yeni kararlar alacakti.
Bu isi yapacak olan da yalniz Mustafa Kemal'di. Liman Von Sanders'in ici rahatlamis ve onun bu onerisini benimsemek icin uzun uzadiya cene calmayi gerekli bulmamisti.
Mustafa Kemal, yenilen birlikleri Halep'te toplamisti. En ileride biraktigi kumandan Kazim beydi (Pasa). Bu ordunun Kolordu kumandanlari da Ismet beyle Ali Fuat pasaydi.
Mustafa Kemal, bu surekli yorgunluklar umutsuzluklar, ofkeler, ayaklanislar, patlamalar sonunda yine hastalanmisti. Istanbul'dan geldiginden beri didiniyor, bin turlu sacmaliklar, ihanetler, akilsizliklar, anlayissizliklar, uzak ve yakin dusmanlar ve dusmanliklarla durup dinlenmeksizin bogusa-bogusa sagligini yine tehlikeye dusurmustu. Bobrek sancilari, bu eski dusman, yine yakasina yapismis, soluk aldirmiyordu, istahsizdi; dogru durust yiyecek alamiyor, govdesi, her gun biraz daha takatten dusuyordu. Yine yataga dusmustu. Kaderin bu oyunu ona pek aci geliyordu. Boyle civcivli, tehlikeli, dev gucu, dev iradesi isteyen bir zamanda hasta olmak gibi isyan ettirici bir sey olur muydu? Birkac askerî hastanede tedavi olduktan sonra, yine zayif, yari hasta ve takatsiz olarak kalmis, karargâhi olan Baron oteline gitmisti. Otelde yaninda Suriye Valisi fahri Binbasi Tahsin Bey ile oturmus, dertlesiyordu. Bu sirada Halep kentinin dogusunun isgal edilmis oldugu haberi gelmisti. Demek, tehlike burunlarinin dibine dek gelmisti. Olaylar, dusuncelerden daha kizli yuruyordu. Mustafa Kemal, her zaman oldugu gibi yine tehlikenin gozune giderek ne olup bittigini ogrenmege karar vermis, otomobiline Tahsin beyle vefali arkadasi ve yaveri Cevat Abbas'i da alarak tehlikeli noktaya dogru hemen yola cikmisti.
Kentin dogu giris yerinde buyuk bir insan kalabaliga kaynasiyordu. Bunlar, col kiligindaki Bedeviler ve Araplardi. Otomobil, bunlarin arasinda sikismis kalmisti. Gozleri fildir fildir donen silâhli Bedeviler, otomobile yuklenmisler, kimildamasina bile engel oluyorlardi. Otomobilin cevresi, gittikce, kalabaliklasiyor, bagrismalar, cagrismalar, silâh sikirtilari girla gidiyor, siyrilmis igri kiliclar guneste parliyordu. Mustafa Kemal, buraya gelmenin buyuk bir dusuncesizlik oldugunu anlamisti. Bu gozleri donmus surunun icinden parcalanmadan kurtulmak icin de bir sogukkanlilik ornegi gostermenin gerektigini simsek gibi kavramisti.
Sofor, her yandan arabaya asilan ve yuklenen bu agirligin altinda otomobili yurutmek ve kurtulmak icin bosuna cabaliyor, otomobil bosuna homurdanip, hirildiyordu.
Mustafa Kemal, acik arabanin icinde birden bire ayaga kalkarak komutaya cok iyi giden tok sesiyle:
— Dur...
Diye bagirmisti. Hemen Tahsin beyin elindeki kirbaci cekip almis, ayni amirce sesle kalabaliga:
— Reisiniz nerededir? Diye sormustu.
Bir ugultu halinde ona su karsilik gelmisti:
— Hepimiz reisiz!
Bu tehlikenin cemberini yarip kurtulabilmek icin gercekten simsek gibi karar vermek gerekiyordu. Mustafa Kemal de bunu yapmisti; Elindeki kamci ile rastgelene alabildigine vurmaga baslamisti:
— Cekilin!...
Diye bagirinca kalabalik birden bire duraklamis ve otomobili kavrayan kara zayif eler bir anda cozuluvermisti.
Mustafa Kema'in sesi soluk aldirmadan gurledi:
— Cabuk reisiniz karsima gelsin!
Reisleri oldugu anlasilan maslahli, agelli, bir bedevi elinde bir Osmanli mavzeri, gogsunde capraz fiseklerle suklum-puklum Mustafa Kemal'in yanma sokulmustu. Ne var ki arkasindakilerden cesaret almak ve onlarin kacip kacmadigini gormek icin de iki de bir donup donup arkasina bakiyordu.
— Ben sizin meydana getirdiginiz bu kargasaligi onledim. Herkes magluptur. Fakat sizin bu ise karismanizi da affediyorum. Bu aksam yanima geliniz, sizinle goruseceklerim var.
Mustafa Kemal'in bu buyruguna adam:
— Emredersiniz!
Diye boyun egmekten baska bir yanit verememisti. Hemen sofore de:
— Geriye!
Emrini vermis ve karargâha donmuslerdi.
Biraz sonra, Seyh, Baron otelindeki karargâhta Mustafa Kemal'i bulmus ve onunla konusmaga hazir oldugunu gostermisti. Mustafa Kemal, onu halin gerceklerine gore kabul ederek:
— Benden ne istiyorsunuz, bakayim? Diye sormustu.
— Simdilik bin altin, silah ve cephane.
Mustafa Kemal, hemen o aksam bin altini bu kara avuclara saymis, silah ve cephane icin de soz vermisti.
Bu yeni heyecan ve enerji sarfi da Mustafa Kemal'i yine yataga sermisti. Hemen ertesi gun, hastaligi nuksetmisti. Hasta durumda bu cikmazdan nasil kurtulacagini dusunup duruyor, Enver'e, Talat'a ve onlarin oyuncagi olan Vahidettin'e icinden bir kez daha sovguler yagdiriyor, lanet ediyordu. Vaktiyle istediginde vermedikleri bu onemli askerî gorevi dananin kuyrugu koparken vermisler, onu korkunc ve insafsiz bir bozgunun felâketli sahneleri icine atmislar, ona bunca «maddî ve manevî» acilari cektirmisler ve cektirmekte idiler. Bu komuta makamlarini zamaninda ona birakmis olsalardi, felâket denen nesneyi Turkiye’nin kapisina yanastirmamak icin ne olaganustu isler yapacagini, neler yaratacagini o bilirdi. Simdi, is, isten gecmisti, artik. Simdi, akintiya kurek cekiliyordu. Boylece dusuncelerle kafasi karmakarisik dertlenip dururken Halep’in icinden silah sesleri gelmege baslamisti. Bir catirtidir gidiyordu. Hemen cok onemli dakikalar yasanmakta oldugunu anlamis, pijamasiyla balkona firlamisti. Sokaklardan oluk gibi insan akiyordu. Bir kosusma, bir heyecan bir tedirginlik ve uzaktaki silah sesleri ile Halep kenti calkalaniyordu. Bundan baska kudurgan bir insan yigini, otele saldirmaga baslamisti. Hemen uniformasini yari giyinmis olarak eline kilicini almis, odanin kapisindan disari firlamis, merdivenleri kosarak inmege baslamisti.
Durum acikti, bu gelenler sorumsuz, heyecana kapilmis basibozuk kalabaligiydi. Bunlara karsi nasil davranilacagini biliyordu. Rastgeldiginin yuzunde ve sirtinda kirbacini saklatmaga ve bu bicimsiz suruyu otelden disari surmege baslamisti.
Sel gibi akan insan yiginlari, otelin disina surulmustu. Alt kat taracasinda Halep kumandaninin heyecandan titreyen govdesi ve sesi ile karsilasmis ve onun elinde tuttugu bir raporu kendisine okumak istedigini anlamisti; adamcagizin elindeki kâgit, firtinadaki bir agacin yapraklari gibi titriyordu. Mustafa Kemal, hemen onun bir turlu okuyamadigi raporu cekip elinden almis ve okumaga baslamisti. Raporu durgunca okuyan Mustafa Kemal, Halep sehrinin saldiriya ugradigini anlamisti. Ingiliz birlikleri, Arap asiretleriyle el-ele ve yan yana Turk ordusunu Halep’ten atmak icin saldiriya gecmislerdi. Olaylarin mantar gibi yerden bittigi bu siralarda yine oyle cabuk alinan kararlarla felâketler onlenebilirdi. Baron otelinden cikilip ta saga sapilinca bir dort yol agzina varilir; Mustafa Kemal, elindeki kirbacla otelden cikmis, oraya yurumustu. Dunyayi yurekliligin, yigitligin ve sogukkanliligin yonettigi bunca deneyden sonra pekiyi biliyordu. O da kirbacindan sonra bu ikisine dayanarak oraya gitmisti.
Yalniz, buraya gitmeden once buyurmus, karargâha gelen butun yollari tutturmustu. Oralardan simdilik butun gelecek tehlikeler onlenebilirdi. Yalniz, Ingiliz ucaklarinin attigi bombalar korkunc gurultulerle caddelerde ve damlarin uzerinde patliyor, kalabaligin cilginca, bagiris-cagiris ve cigliklarla hasir gibi yerlere serildigi goruluyordu. Bu da yetmiyormus gibi damlardan da ust uste atilan el bombalari caddelerde buyuk gurultulerle patliyor ve demir parcalarini yiyen halk, alabildigine bos buldugu yerlere dogru kacisiyordu.
Mustafa Kemal, gozlerinin mavisinde ve avurtlari cokuk, sakali uzamis yuzunun sarisinliginda sitmali bir gulumsemeyle opera - komik sahnelere benzettigi bu gorunuse bakiyordu. Olum, her an beyninde ve kalbinin uzerinde bir bomba gibi patlayabilir ve onun sitmali bakislari, iki damlacik mavi bugu gibi colun kizgin havasina ucabilirdi. O, Canakkale'de Ariburun'da Anafartalar'da unuttugu gibi olumu burda da unutmustu. Gunes batmaga baslamis, colun tozlu havasi, bir yangin gibi kipkizil kesilmisti. Caddelerin tozlari icine yuvarlanan kanli govdeler, aksamin bu tozpembe havasi icinde daha cok kizariyordu. Gurultuden urken kerkenesler, ebabil kirlangiclari, guvercinler ve kumrular tunemege basladiklari cinar agaclarindan cigliklarla havalaniyor ve onlar da ayrica gokyuzunde bir ana-baba gunu yaratiyorlardi. Gelen dusmanin merami salt panik yaratmakti ve birkac bin mermi, bir kac ucak bombasiyla Mustafa Kemal'in yedinci ordu dokuntulerini Halep'ten kuzey'e, Anadolu'ya dogru kacirmak istiyorlardi.
Mustafa Kemal, bunun simdilik bir kuru gurultuden baska bir sey olmadigini biliyordu. Kuru gurultuydu.
Ancak, arkasi gelebilirdi; Ingilizler, artik ucuz zaferler pesindeydi; yalniz agaclan silkeliyor ve olmus yemisleri dokerek topluyor, anavatan cocuklarinin, halis Ingilizlerin elinden geldigince burunlarinin kanamamasina calisiyorlardi. Araplar ne gune duruyordu? Isin dogrusu suydu ki, altin ve bagimsizlik pesinde kosmaga baslayan Araplardan baska herkes, savastan bikmis, usanmisti. Haleb'i almaga her kim gelirse gelsin Mustafa Kemal, vermemek kararindaydi. O, kendisini yalniz sanarak saldiran zavallilarin, kose baslarini tutmus Mehmetciklerin mermileriyle taranmasini oldugu yerden seyrederek boyle yalnizca dikilip duruyor, simsek gibi cabuk ve etkili emirler veriyor, tek askeri bir manga gibi kullanarak sokaklardan akip gelen yagmaci surulerini olduklari yere mihliyor ve arkadan gelmege heveslenenleri de gerisin geri kaciriyordu. Boylece alaca karanlik basincaya dek, Mustafa Kemal, basarili bir sokak savasini pek yakindan yonetmis ve duruma egemen olmustu. Boylece altina ve yagmaya hevesli suruler, surulup sehrin sokaklarindan cikarilmis ve arkasi birakilmayarak kovalanmislardi.
Silah sesleri kesilmis, dusman ucaklari uzaklasmisti. Korkudan isiklarini sondurmus olan Halep kentinin uzerinde simdi colun yakin ve iri yildizlari parliyordu. Butun halk evlerine siginmisti. Sokaklarda yalniz sunguleri parlayan yirtik postalli, ciliz Mehmetcikler dolasiyordu.
Karanlik basarken Mustafa Kemal, sokak savasini yonettigi yerin yakininda bekleyen soforune isaret etmis o da otomobili oraya yanastirmisti. Otomobiline binmeden once Halep kumandanina su buyrugu vermisti.
— Bu aksam, Halep ilerisindeki kuvvetleri geri cekecegim, yarin Halep'in Kuzey Batisinda Ingiliz ve Araplarla muhabere edecegim. Buna gore hareketinizi tanzim ediniz.
Olay, tipki Mustafa Kemal'in dusundugu ve dedigi gibi cikmisti. Yedinci ordu birliklerinin cekildiklerini sanan Ingilizler sevincle saldiriya gecmislerdi. Ne var ki Mustafa Kemal'in geceleyin aldirmis oldugu kurnazca «tertibatin» atesten duvarina carpmislar ve pek cok olu vererek ters yuz etmislerdi. Son zamanlarda, zaferleri, elma gibi kolayca devsiren Ingilizler, sersemleyerek cekilmisler ve bu netameli bolgeden uzaklasmakta ivedi davranmislardi. '
Iste, Mustafa Kemal, Turk ordularinin avuclarindan kum gibi akarak giden vatan topraklarina burda ilk kez Turk sungusunden bir sinir cekmisti. Dusman buraya kolay cephelerde seruven aramisti.
«Turk sungulerinin tespit ettigi bu hatti» Mustafa Kemal, gercek sinir olarak kabul etmekten baska yapacak bir sey olmadigini pekiyi anlamisti.
Iste, o, Halep'te bulundugu bu gunlerdeydi ki, Savas kabinesinin artik memleketi felâkete suruklemekte oldugunu daha yakindan gorup anlamisti. Bu kabinenin dusurulerek daha iyi is gorebilir bir kabinenin is basina getirilmesini ve ordunun butunuyle kendi komutasina verilmesi gerektigini dusunmege ve buna inanmaga baslamisti. Boylece en kesin cozumlere basvurabilir ve memleket dusmek uzere oldugu ucurumdan kurtulabilirdi. Iste, bu dusunce sonundadir ki, Vahidettin'e o unlu telgrafi cekmis ve basta Sadrazam musir Ahmet Izzet Pasa olarak butun kabineye girecek arkadaslarin listesini de bildirmisti, bu kabinede kendisi icin Harbiye, Nazirligini istemisti. Gerci bundan bir sure sonra Talat Pasa kabinesi dusmus, yerine kendi istedigi gibi sadrazam olarak Izzet Pasa getirilmis, kabineye kendi istedigi birkac yurtsever arkadasi da alinmisti, yalniz Harbiye Nazirligini ona vermekte cekinmislerdi.
Mustafa Kemal'in enerjisi ile Halep'teki durum dondurulmus, 1918 yilinin son aylari da gelip catmisti. Iste, bu siralardaydi ki, Mustafa Kemal, Kendisinin Yildirim Ordulari grup kumandanligina atandigim bildiren telgrafi almisti. Bunun uzerine 7. Ordu Kumandan Vekilligine Ali Fuat Pasa'yi atayarak grup karargâhinin bulundugu Adana'ya yollanmisti. Grup karargâhi Adana sehrinin gobegindeki «Adana Oteli»nde bulunuyordu.

Kutsal Isyan – 8:

Liman Von Sanders'in kumandanlik burosunda karsilikli ayakta duruyorlardi. Aralarinda bir masa vardi. Liman Von Sanders'in yuzunde Mustafa Kemal'i karsilamak icin gerekli ince nezaket ve terbiye tulunun altinda derin bir uzuntu seziliyordu. Mustafa Kemal'in gorgulu gozleri, bunu ilk bakista anlamisti. Nasil anlamasin ki, her namuslu, dogru, karakter sahibi insanin kan agladigi bir donem gelip catmisti. Liman Von Sandes, cok uzgun, tatli bir sesle Mustafa Kemal'e soyle demisti:
— Ekselans! Siz muharebe cephelerinde, Ariburnu'nda, Anafartalar'da cok yakindan tanidigim kumandansiniz. Aramizda gerci belki hadiseler, vakalar da oldu. Fakat en sonra bunlar bizi birbirimize daha iyi tanitmis oldular. Kalpten dost oldugumuzu zannederim. Bugun, Turkiye'den ayrilmak zorunda birakilirken, emrim altindaki ordulari, Turkiye'ye ilk geldigim zamandan beri, takdirkari bulundugum bir kumandana birakiyorum. Bu umumî felâket icinde bedbahtlik duymamak mumkun degildir. Ben yalniz bir seyle avunuyorum: Kumandayi size birakmakla! Bu dakikadan itibaren emir sizindir, ben sizin misafirinizim!
Maresalin uzgun ruhunu yansitan sozleri, Mustafa Kemal'i de cok uzmustu. Evet, o ust olarak basma bir Alman Maresalinin bulunusunu hic bir vakit cekememisti, ancak Von Sanders, saymak zorunda kaldigi iyi bir asker, iyi bir insandi ve onun bu bicimde ayrilip Almanya'ya gidisi de genel cokuntunun hizlandigini gosteren bir isaretti. Artik, muttefikler arasinda baglar, gercekten kopmaga baslamisti.
Herkesin basinin caresine bakmasi gereken zamanlar coktan gelip catmisti. Liman Von Sanders'in iyi, iradeli ve namuslu bir insan anlatimi tasiyan yuzundeki uzuntu, yalniz, ordular grubunun kumandanligim birakarak Turkiye'den ayrilmak zorunda kalisindan dolayi degildi; otede, koca Almanya da korkunc catirtilarla cokuyordu: Hem de kulaklari sagir eden catirtilarla. Zaten Von Sanders Almanya'nin dogudaki cikarlarini savunmakta olan bir asker degil miydi? Her seyden once, her seyin ustunde salt Almanya yok muydu? Gozdesi pasayla ona yaranmaga calisan bir yigin uniformali, uniformasiz insan arasinda birkac namuslu insan yuzune de rastlardi. Onlara gulumsemek istediyse de gulumsemedi. Vahidettin'in onu boyle garip bir kalabaligin bir araya toplandigi gunde cagrisinin seytanca bir yani vardi, acaba neydi?
Vahidettin, Mustafa Kemal'i namazdan sonra salona cagirdi. Onun, Mustafa Kemal'le konusmasi oraya gelen herkesi ayri yonlerde ilgilendirdiginden, hepsi bundan bir sozcuk kapabilmenin pesindeydi. Hic kimsenin ne konusuldugu uzerinde ufacik bir fikri yoktu. Cagin butun kalburustu kisilerinin toplandigi bu yerde Vahidettin'in yalniz Mustafa Kemal'i secerek uzun - uzun konusup dertlesmesi, ne demekti? Padisah, yeni bir mizansen mi hazirliyordu? Herkes, ayri ayri bir seyler dusunuyor, hic kimse gercek konuya bir adim bile yanasamiyordu. Mustafa Kemal'in butun iradesini kullanarak ona yoneltmek istedigi konusma konularindan, Vahidettin, buyuk bir becerililikle cikariliyor, onun derbelerini bosa cikariyordu.
Bunca uzun zamana sigdirilan bu konusma, incir cekirdegini doldurmazdi.
Hep ivir - zivir seyler konusulmustu. Mustafa Kemal, en sonra, bu turlu konusma biciminden bikmis, usanmis ve padisahin iradesini hice sayarak hazirladigi dusuncelerin aciklanmasi icin bir giris yapmaga davranmisti ki, Vahidettin, hemen usta bir sozcu gibi onun butun soyleyeceklerini bicak gibi bir anda keserek:
— Benim namaglup kumandanim, dedi. Ordunun kumandan ve zabitleri eminim ki seni cok severler, bana teminat verir misin ki, onlardan bana bir fenalik gelmeyecektir.
Mustafa Kemal, boyle bir sorunun ne anlama geldigini keskin zekâsiyla soyle bir yokladiysa da bundan hic bir anlam cikaramadi. Vahidettin, bu sisli sozuyle ne demek istiyordu. Bu aciklamaktan cekindigi gizli bir dusuncesinin belirtisini tasiyordu. Bunun onemli olduguna da hic kusku yoktu.
— Ordu tarafindan aleyhinizde harekete ait malumat ve mahsusatmiz mi var, efendim?
Mustafa Kemal'in bu sorusu uzerine padisah, tipki eskiden oldugu gibi - dusuncelerini gozlerinden okunmasinlar diye - gozlerini yumdu. Mustafa Kemal, onun gozlukleri arkasinda gizlenen goz kapaklariyla de ortulen gozlerini, gozlerinin mavi isiklariyle bir sure bombardiman etti.
Vahidettin, bu durumda, ayni soruyu bir kez daha sordu. O zaman Mustafa Kemal su yaniti verdi.
— Vakia, ben Istanbul'a geleli birkac gun oldu, buradaki ahvali yakindan bilmiyorum, fakat ordu, ruesa ve zabitaninin zati sahenenizle karsi karsiya bulunmasi icin bir sebep olabilecegini zannetmiyorum. Onun icin temin ederim ki hic bir fenaliga intizar buyurmayiniz…
Vahidettin, yine bilmeceye benzer bir soz soyledi:
— Yalniz bugunden bahsetmiyorum, bugunden ve yarindan.
Iste, o zaman, Mustafa Kemal'in kafasinda bir kusku simsegi cakti. Vahidettin'in geriye dogru zorlayici bir davranis yapmaga niyeti mi vardi? Adimlarini ileriye dogru ayarlamis yurtseverler icin karanlik bir plan mi hazirlanmisti?
Mustafa Kemal'in bu sozden anladigi suydu ki, Vahidettin, korkusunu simdiden duydugu tehlikeli bir is yapmak istemekte ve bu davranisa karsi gelebilecek ordu personelini de Mustafa Kemal araciligiyle yatistirmanin yolunu aramaktaydi.
Mustafa Kemal, cok guc bir duruma dustugunu anliyordu. Geriye dogru yapilacak bir davranisi destekleyemeyecegini Vahidettin'e soyleyemez ve ona bu iste umut veremezdi. Boyle bir sey ona dogrudan dogruya olumsuz yanit vermekte kafasindaki gelecegin plânlarini altust edebilirdi. Bunun icin de dikkatli olmaliydi.
Padisah, verilmis korkunc bir kararin uygulanmasi arifesinde bulunuyordu. Mustafa Kemal'e guvenip guvenemeyecegini ogrenmek istemisti. Yoksa gizli kurmayi olan enistesi Damat Ferit Pasa ile eskiden beri Ingiliz partizanligi ile taninan Tevfik Pasa, Hurriyet ve Itilâf Partisinin butun ileri gelenleri, onun elinin altindaydi, ve cok sik toplantilar yaparak tehlikeli kararlar almakta miydilar.
Padisah, bu sure icinde, Mustafa Kemal'e kafasindaki korkunc karari gozlerinden kaptirmamak icin olacak bunlari hic acmadi. En sonra gozlerini acarken de kacamak bakislarla Mustafa Kemal'in yuzune bakarak sunlari soyledi:
— Siz, akilli bir kumandansiniz, arkadaslarinizi tenvir ve teskin edeceginizden eminim.
Padisah bunlari soyliyerek ayaga kalkti. Boylece konusmanin bittigini anlatmak istemisti.
Mustafa Kemal, bir kez daha ruhunda kap kara bir ucurum gibi acilan umutsuzlugun derinliklerinde bogulacagini sandi, kalbi gogsunun altina sigmiyor, icinden yavas-yavas bir hinc, kin ve tiksinti golfistirimi yukseliyor, bakislarini yalayip geciyordu. Kara dusuncelerine gomulmus olarak araba ile Yildiz yokusundan asagi inerken karsidan gelen gorkemli bir saray arabasinin birdenbire perdesi aralandi, cok guzel bir genc kiz basi gorundu. Mustafa Kemal, bunun Vahidettin'in kucuk ve guzel kizi Sabiha sultan oldugunu elbette bilemezdi. Yalniz, onun kendisini gostermek icin perdeyi aralayan rastgele bir sarayli oldugunu sanmisti.
Saray, haremde, Vahidettin, coktan beri konusmalarina bir tat vermek icin «Aslan yeleli pasa»sini anlatiyor onun bir padisah kizma yakisir yakisiklikta yigit bir pasa oldugu uzerinde sik sik duruyordu. Mustafa Kemal'in elbette bu «kendi kendine gelin-guvey olustan» hic haberi yoktu. Yalniz o da herkes gibi Vahidettin'in iki kizi oldugunu, bunlardan birinin Sadrazam Tevfik Pasanin oglu Albay Ismail Hakki beyle evli bulundugunu, oburunun de Macit efendinin oglu Faruk efendiyle sevistigini isitmisti. Acaba su kendisiyle ilgilenen ve bir prensten baska kimse olmadigi anlasilan kizcagiz kimin ve neyin nesiydi?
Mustafa Kemal'in gozu kiz-kadin gorecek durumda degildi. O, bugun Istanbul'da yasayanlarin en dertlisiydi.
Yildizdan ayrilip ta ana caddeye ciktiginda artik, butunuyle bir ihtilâlciydi, artik legal yasayisin bir para etmedigi bir dunyaya ilk adimini atmisti. Kocaman bir orgut yapacak, «zaaf, fesat» yuvalarini darmadagin edecek ve bu adamlarin bu topraklar uzerinde soz ve guc sahibi olmalarina bir son verecekti.


Kutsal Isyan – 9:

« KUCUK EVIN DIRILTILARI »

Mustafa Kemal, buyuk bir umutsuzluk, hisim ve ofke ile Vahidettin'in huzurundan ayrildiktan sonra bu uzuntu ve sikintinin gogsunu daralttigini, butun duygularini ve dusuncelerini perisan etmege basladigini anlamis ve bu arada bir ihtilâlci, bir anarsist gibi cilginca davranmak gereksinimi ile kivranmaya baslamisti. Artik bu fesat yuvalarini, bu iflah olmaz, yola gelmez herifleri toptan yak etmek, bunlarin kanli enkazi uzerinde gercek Turkiye barisini kurmak gerekiyordu. Fikret'in «bir lahzai teahhur» siirinden misralar mirildaniyor, her padisahin tepesinde boyle bir bombanin patlamasi gerektigini dusunuyordu.
Kendinde bir dev gucunun varligini duyarken kucuk, daracik bir odada yasamaga zorlanmis bir zavalli mahkûmdan ayirt edilmez bir insan bilinciyle annesi Zubeyde’nin, Besiktas'in yokus bir yolunun her iki yaninda siralanmis Akaret evlerinin 76 numaralisinda pencerenin onune oturmus, sigara ustune sigara iciyor, aci aci dusunuyordu. Disarida pis, yagmurlu bir hava vardi. Pencerenin onunden yukari dogru yukselip giden yoldan gecen tek tuk yolcular, korkularini, umutsuzluklarini eski paltolarinin, pardosulerinin altinda gizleyerek ruzgâra ve yagmura karsi iki buklum ilerliyorlardi.
Insan, boyle kapali havalarda umutsuzlugunun, uzuntulerinin kat kat arttigini duyuyordu. Vahidettin, onun umutlarina son darbeyi indirmisti.
Odada bir odun sobasi yaniyor, Zubeyde hanim, basindaki basortusune siki sikiya sarinmis oldugu halde yataginin uzerine bagdas kurmus, elindeki, eski kurana dalmis, kendinden gecmis, miriltilarla ayetler okuyordu. Yalniz, bu cok dalgin halinde bile ara sira gozlerinin ucu ile oglunun yuzune gizli bakislar firlatiyor, onun alnindaki derinlesmis cizgilerde buyuk bir ic savasin izlerini goruyordu. Onun butun korkusu, bu korkulu zamanlarda oglunun eskiden oldugu gibi gizli islere karismasi idi. Cunku, Abdulhamit doneminde oglunun Bekiraga bolugundeki hapisligi zamaninda cektigi uzuntuler ve korkulara benzer kimi duygular bir zamandan beri yine onun kalbini sik sik yoklayip duruyordu.
Mustafa Kemal, disarinin puslu havasinda Tevfik Fikret'in «Sis» siirini andiran bir seyler buluyordu. Bu soguk ve sisli havada, ruhunu derinlemesine usuten, yaratici hayal ve dusuncelerindeki enerjik atilisi frenleyen, durduran, icindeki can sikintisini goklere cikaran bir guc vardi. Dudaklarinda bir kez daha «Sis» in ilk misragi konuktu: «Sarmis yine afakîni bir dud- u muannit.» «Yalniz, bu sisi yarip cikmak gerek» diye dusunerek silkindi, sirtindan bir urperis gecti. Kapinin zili caliyordu. Kapinin zilinin calmisi, bu evde her zaman pek oyle ilginc sayilmazdi. Cunku Mustafa Kemal, ordular grubuna kumanda etmis bir pasaydi ve kapisinda yaverlerinden tutun da turlu hizmetlerine bakan bir mangayi askin bir kadrosu ve evin eski gediklisi olan erkek-kiz bircok evlâtlik vardi. Bunun icin de kapi sik sik acilip kapaniyordu. Yalniz, bu seferki kapi calista sanki anlamli ve hoppa bir ahenk vardi. Mustafa Kemal'in icindeki usumeyi birdenbire bicak gibi kesip atan nesne, bu zilin tatli urperisi oldu. Bu umutsuz ve karanlik gunlerde yani basina dek sokulup onu bezginliklerinden ve asiri ofkelerinden ayiran ve uzaklastiran iste bu cingiraktaki tatli urpertiyi meydana getiren sicak elin sahibiydi. Koridordaki ayak seslerinden sonra, odanin kapisi vuruldu. Evet, bu, o dedi.
Zubeyde hanimin: — Giriniz.
Sozu hemen bitmemisti ki, kapi acildi ve kapinin araliginda yirmi yaslarinda cok guzel, gulumseyen cok sevimli, ince vucutlu orta boylu bir kadin basi gorundu.
Ak disleri, genis gulumseyisini busbutun sempatiklestiriyor, gozlerinin icinde tatli bir mutluluk yuzuyordu. Bu gozler, Zubeyde hanimin ustunde pek az durduktan sonra Mustafa Kemal'in yuzune takilmisti; orda dinleniyordu. Genc kadin, sonra cevik adimlarla Zubeyde hanimin yatagina dogru ilerleyerek elini optu. Sirtinda kara bir manto ve basinda alagarson kesilmis kumral saclarini sikica saran kara ipek bir basortusu vardi. Saclarinin kisa uclari fildisi akligindaki alnina dogru taranmisti. Boynunda yabanci incilerden ak bir gerdanlik sarkiyordu. Iri ve cok guzel gozleri alevli alevli parliyordu. Sakimak ister gibi gorunen kucuk, duygulu bir agzi ve dudaklari vardi. Yuzunde hulyali bir gulumseme yuzuyordu.
Mustafa Kemal, Kolagasi oldugunda Fikriye, henuz on yasinda bir kiz cocuguydu ve bu cok yakisikli akraba subay uzerinde hic bir umuda hulyaya kapilamayacak kadar kucuk sayilirdi. Mustafa Kemal, Canakkale'yi bir buyuk zaferle taclandiran Anafartalar'i yapmis, rutbeleri yavas olmakla birlikte artmis, doguda Rus ordularinin karsisinda ikinci ordu kumandan vekili olarak verdigi basarili savaslardan sonra Pasa olmustu. Bu siralarda Fikriye hâlâ uzaklardaydi. Yalniz, o eski yakisikli akraba subayin pasa oldugunu isitiyor ve her pasa gibi onu da sacli sakalli bir eski zaman Pasasi saniyordu. Mustafa Kemal'le Zubeyde hanimin evinde yillardan sonra ilk kez karsilasinca sasirmisti. Karsisinda sarisin, mavi gozlu bir erkek guzeli fidan gibi yukseliyordu. Bu erkek guzelini simsiki saran suslu pasa giynegi, onu bir kat daha guzellestiriyor, goz kamastirici hale getiriyordu. Fikriye'nin, on bes yas hulyalariyla dolu kalbinde birdenbire altin simsek cakmisti. Mustafa agabeysi, artik, bir daha cikmamak uzere onun kalbinin ta derinliklerine konuk olmustu. Artik, Mustafa Kemal, onun, genc kizlik hulyalariyla besledigi «buyuk ask»i olmustu. Zubeyde hanimin hatirini sorarak kendisini ayakta bekleyen Mustafa Kemal'e dogru gitti; Mustafa Kemal iki eliyle onun iki elini yakalayarak:
— Hos geldin Fikriye, nasilsin? Diye sordu.
— Cok iyiyim, pasa agabey. Siz nasilsiniz? Mustafa Kemal mantosunu alip duvara asarak onu Kanepeye yanma oturttu. Zubeyde Hanim, bu anda gozluklerinin uzerinden kaygili bakislarla oglunun yuzune bakiyordu. Onun yuzunde demin gordugu derin uzuntu izleri silinip gitmis, bunlarin yerini tatli bir dostluk, arkadaslik havasi almisti.
Fikriye, Mustafa Kemal'in uvey babasi Ragip beyin kardesi Albay Husamettin beyin kiziydi. Husamettin Bey, her seyin basinin egitim oldugunu anlayan ileri dusunceli bir askerdi. Bunun icin de oglunu doktor olarak yetistirmis, bu arada guzel kizi Fikriye'yi de okutmustu. Bu okul suresince ona piyano hocasi tutmus, muzik dersleri de aldirmisti.
Fikriye, piyanosunda bati muziginin ustadlarindan duygulu ve hulyali parcalar calabiliyordu. Fikriye'nin dogus yeri Mora Yenisehir'iydi. Yenisehir kizlari, Rumeli Turk kizlarinin incileri sayiliyordu. Her nedense burasi cok guzel kizlar yetistiriyordu.
Fikriye, Mustafa Kemal'i cocuklugunun sisli dumanli camlari arkasindan taniyordu.
Zubeyde Hanim, bu akraba kizinin eve her gelisinde icinde bir tedirginlik duymaktan bir turlu kendini alamiyordu. Fikriye'nin Mustafa Kemal'e bakarken bakislarinda biriken tatliliga bir tek anlam verebiliyordu, bunu da kendi kendine aciklamaktan cekiniyordu. Isin caprasik yani suydu ki oglu da ona bakarken gozlerinde ayni tatlilik ve ayni huzur goruluyordu. Aci aci gorunuyordu ki oglunun catik kaslarini gevseten ve asik suratini yumusatan biricik ilâc ta bugunlerde yalniz Fikriye'ydi. Fikriye, ailece guzelligiyle taninmisti. On bes yasindan beri de sarisin pasa agabeysi, onun hulyalarini susleyen biricik sihirli guzellikti.
O, simdi dul bir kadindi; zengin bir Misirli ile evlenmis ve onunla beraber Misir'a gitmisti. Misir'da korkunc ve dayanilmaz bir harem yasayisinin mahpushaneden ayirt edilmez dort duvari arasina dusmus ve her turlu zengin yasayis olanagina karsin yana-yana Istanbul'u aramaga baslamisti. Bu zengin Misirlinin ne kendisi, ne de zenginligi ona hicte ideal seyler gibi gorunmemisti. Bir kez Misir'in sicak havasindan boguluyor, sonra da ozgurluk bunun uzerine tuz-biber ekiyordu. Selanik, Istanbul gibi havaca ve dogaca cok guzel yerlerde yasamaga alismis ak ve kumral erkeklerin guzelliginde her zaman idealini bulur gibi olmustu. Evet, hayalinde ideal olarak bir tek erkek guzeli yasiyordu; butun omrunce o hayalin pesinden gitmis gibiydi; bu yakisikli ve sanli - serefli erkek guzeli olan adam butun duslerinin el degmemis cenneti gibiydi. Yalniz bu erkek guzeli de onun bu askindan, bu platonik ve romantik sevgisinden butun - butun habersiz gorunuyordu.
Kalbinin onunde gururu bir duvar gibi yukselen bu ask tanrisi, Mustafa Kemal'den baskasi degildi. Onun sarisin yuzu, altin renkli saclari ve insani mavi bir bicak gibi bicen gozleri, en gizli duygularinin biricik egemeniydi. Mustafa Kemal, onun guzelligini gormezlikten gelmis ve butun kadinlara yaptigi gibi ona da uzerinden asirtma bakislarla bakmisti. Fikriye, Misir'in zengin ve sicak ikliminde avunmak hulyasina kapilmis ve guneyin bir esmer erkegiyle sansin dusunu bogmak istercesine kacip guneye gitmisti. Bu, bosunaydi: Kuzey illerinin sarisin ve guzel erkegi, guneyin yildizli gecelerini de fethetmisti.
Misirli'nin servetini hice sayarak nasil kuzeye kostugunu bir kendisi bilirdi. Sunu da iyice anlamisti ki, Mustafa Kemal'in kadindan ve kucuk evin mutlulugundan otede daha buyuk bekledikleri vardi. O, kucuk bir kadinla kucuk bir catinin altina girecek kiratta bir adam degildi. Bir kadin icin onu zaptedebilmek, fethedebilmek cok zordu, belki de olmayacak bir isti.
Fikriye, guney iklimlerinin korkunc sicagindan ve kadini hâlâ kole olarak dusunen esmer derili erkeginden kurtulup ta yine Istanbul'un tatli havasina kavusunca yitirdigi cenneti yine bulmuscasina sevinmisti. Bu iklimi guzellestiren ornek insan guzeli Mustafa Kemal de artik butun omrunce gezip dolastigi cephelerden donmus, annesinin Besiktas'ta, Akaretlerdeki 76 No. lu evine gelip yerlesmis bulunuyordu. Hâlâ ordu kumandani maasini ve tahsisatini aliyordu. Fikriye, Mustafa Kemal cephedeyken de saygideger akrabasi Zubeyde hanimi ara sira ziyaret eder, elini oper ve Mustafa Kemal ile ilgili en son haberleri alarak giderdi. Yalniz, Mustafa Kemal, Adana'daki ordular grubu karargâhindan suresiz olarak dondugunden beri her gun Zubeyde hanimlardaydi; onu birgun gormeden edemiyordu. Yalniz, gerek Zubeyde hanimda gerekse Makbule hanimda ona karsi bir hosnutsuzluk baslamisti. Mustafa Kemal'le boyle yakindan ilgilenmesini istemiyorlardi. Cunku onun guzelligi ve eski tanisikliginin verdigi yureklilikle Mustafa Kemal'in kalbini kazanip onunla evlenmesinden korkuyorlardi. Hele Makbule Hanim, onu gorunce deliye donuyor, elinden gelse yuzune karsi kapiyi kapayip onu kovmak istiyordu. Buna da cesaret edemiyordu. Cunku Mustafa Kemalin bu suluk gibi yapiskan kadina yuz verdigini, onun davranislarini hos karsiladigini goruyordu. Gerek kendisinin gerek annesinin butun uzuntuleri, Mustafa Kemal'in bir dul kadinla evlenmesi korkusuydu. Zubeyde Hanim, her anne gibi, hakli olarak pasa oglunun sanli - serefli bir dugunle evlenmesini istiyordu. Bu akrabalari olan dul kadinin son halleri onlari oyle uzmege baslamisti ki o, eve gelince butun huzurlari kaciyor ve durmaksizin onu goz hapsine aliyorlar; Mustafa Kemal'e bunu sezdirmemek icin de ellerinden geleni yapiyorlardi. Bu pasanin gozunden elbette kacamazdi. Gizliden gizliye kendilerine karsi acilan savas Mustafa Kemal'i tedirgin etmege baslamisti. Kucuk bir ev yasayisinin gunluk dirdirlari onun sonsuz sabri uzerinde yavas yavas agulu bir karinca gibi islemege baslamisti. Makbule hanim, aciktan aciga Fikriye'yle tartismalara giriyor onun en basit dusuncelerine karsi buyuk bir siddetle karsi koyuyor, ona saldiriyordu. Yine de bu savas, Mustafa Kemali'in gozunden uzak tutulmaga, saklanmaga calisiliyordu. Zubeyde hanim, daha olgun davraniyor:
— Birak su Fikriye'nin arkasini, Makbule diyordu, Mustafam ne yaparsa yapsin, her zaman yalnizca aklinin gerektirdigini yapar; benim korkum yok ondan. Cocugum uzgun bugunlerde. Osmanli devleti yikilmis, ordu dagilmis her sey perisan, gelecegimiz karanlik. Gormuyor musun oglanin yuzunden dusen bin parca oluyor? Fikriye, onun havasini biraz degistiriyora benzer. Varsin asik suratcigi acilsin biraz. Kiyamet kopsa Mustafacigim evlenmez o kadinla! Sonra, ben birakir miyim bir dul kadinla evlensin...
Bu ogutler, Makbuleyi bir sure yatistiriyor, ne var ki, Makbule'nin icinde kaynayan hinc kazani sira bekliyor, yine tasiyor, evi birbirine katiyordu.
Fikriye, sadece gunduz konugu degildi. Yatili konukluk ta yapiyor, gunlerce evde kaldigi oluyordu.
Mustafa Kemal, annesinin, gozluklerinin uzerinden gerek kendisini, gerekse Fikriye'nin yuzune firlattigi kacamak bakislari istemeyerek yakaliyor ve onun kafasindan gecenleri pek iyi sezerek biyik altindan guluyordu. .
Fikriye, kendi evindeymis gibi rahatca gidip sobaya odun atti ve atesi canlandirdi. Sonra kosedeki bir sandalyede oturan evin ahiretligi Vasfiye'ye (Ulkunun annesi) :
— Haydi, Vasfiye, git cayla demligi getir de guzel bir cay demleyelim, dedi.
Sobanin uzerindeki buyuk caydanliktaki su fikir fikir kaynayip duruyordu.
Ahiretlik Vasfiye, yetiskin bir genc kiz olup cikmis, bu evin eski emektariydi. Uzun yillarin verdigi aliskanlik artik, onu evin normal insanlarindan biri haline getirmisti. Onun icin ayaklarini suruyerek disari cikti, yuzunde sonsuz bir bezginlik ve usanc okunuyordu. Pasanin varligi olmasa Fikriye ile cekismeyi bile goze alabilirdi.
Disardan gelenler de mi kendisine emredecekti artik? Ne var ki gozleri Mustafa Kemal'in gozlerinin dayanilmaz keskin mavisiyle karsilasinca adimlarini acti. Mustafa «Kemal'in gozlerinde yumusak bir sevkat kadifesinden baska bir sey yoktu. Bu kizcagiz onun acidigi cocuklardan biriydi.
Vasfiye, kapiyi acip disari cikarken on - on iki yaslarinda kara - kuru bir erkek cocugu bir kucak odunla iceri girdi ve hic kimsenin yuzune bakmadan odunlari sobanin arkasina yerlestirerek cikmaga davrandi.
Mustafa Kemal:
— Abdurrahim, dur hele, bakalim dedi. Masallah epey buyumussun. Nasil yakinda dusmanlara harp acarsak tufek tutup vurusabilir misin?
Cocugun esmer yuzundeki kara gozlerinde buyuk ve ciddî bir anlam vardi; yasli insan gozleriyle bakiyordu.
— Ne demek, dedi. Elbette vurusurum. Onlar beni hayatta yapayalniz biraktilar.
Oksuz Abdurrahim'in gozlerinde yaslar vardi.
— Fakat simdi bir annen (Zubeyde hanimi gosterdi) bir ablan, bir de agabeyin yok mu?
— Var, sag olsun! Allah sizlere uzun omurler versin. Mustafa Kemal, birinci dunya savasi icinde dogu cephesinde, Van'da ikinci ordu kumandam olarak bulunurken onu evlât edinerek Istanbul'a getirmisti. Abdurrahim bir zamandir Zubeyde hanimin yaninda yasiyordu. Bu Mustafa Kemal'in gencliginden beri evlât edindigi oksuz ve kimsesiz cocuklardan biriydi. (Bunlarin sayisi dokuzu bulmustur.)
Evlilik yasayisinin kucuk mutluluklarini kucumseyen ya da hice sayan Mustafa Kemal, oksuz cocuklari evlât edinerek bu korkunc boslugun bir parcasini olsun doldurmanin cozumlerini aramisti.
Adana'dan dondugunden beri siyaset islerine oyle dalmisti ki, evin bu kucuk insanlarini yuzlerini bile dogru - durust gorememisti:
— Afife nerde? Diye sordu.
— Odada cagirayim mi?
— Cagir!
Abdurrahim cikti. Biraz sonra kapi vuruldu.
Iceri yine o yaslarda kara - kuru bir kizcagiz girdi. Basi ondeydi. Karsisindaki mavi gozlere bakmaga cesareti yoktu. Mustafa Kemal, bu kizcagizi da Bitlis cekilisinde karargâhiyla gerilere getirmis ve annesinin yanina gondererek okutmaga baslamisti. Bunun da ana-babasi savas kurbanlari arasinda bulunuyordu. Kizcagizin uzerinden hâlâ oksuzlugun butun anlami akiyor gibiydi.
— Nasil, Afife, mektebe gidiyor musun?
— Gidiyorum, pasam!
— Nasil, derslerin iyi mi?
— Calis, kizim, bak, Zubeyde anan ve ben sag oldukca sen bir daha hic oksuzluk cekmeyeceksin. Yalniz calis! Seni okutacagiz: anladin mi?
Mustafa Kemal, dogu cephesinin yadigâri olan bu iki cocuga baktikca icinde tatli bir sevinc duyuyordu. O olmasaydi bu iki yavrucagiz' da sayisiz vatandas olulerinden iki adsiz kurban olacakti.
— Haydi, git, dersine calis Afife! Kucuk kiz basi onde disari cikti.
Vasfiye, elinde tepsiyle iceri girince Fikriye, hemen onun elinden tepsiyi alip masanin uzerine koydu. Cayi demledi.
—Boyle havada Zubeyde Hanim teyzemle pasa agabeyime kendi elimle cay vermek benim icin
buyuk bir zevktir.
— Simdi Misir'in tadi gelmistir, Fikriye! Misir'li zenginler yavas yavas gocmen kuslar gibi bu sicak iklime goc ederler. Sen de hayalinle olsun oraya gitmiyor musun bugunlerde?
— Misir benim icin mapushaneden baska bir sey degildi. Istanbul'u hic bir yere degismem.
— Bizim Alman generalleri de Misir fatihi olmak istiyorlardi. Ne Anadolu cocuklari gomduler o kum cehennemlerine!
Kaslari catilmisti. Guney cephesi aklina gelince kafasinin tasi atiyordu. Enver pasa'ya, Alman generallerine yaptigi bunca uyarmalar bosa gitmis, orda hem akilsizligin hem de Araplarin ihanetine ugramisti. 7. Ordu ve Yildirim ordulari grubu ile cektigi iskenceleri bir o bilirdi. Bunun icin Guney iklimlerinden hic laf edilmesine dayanmiyordu. Fikriye'nin de ordan kacip gelmis olmasini cok dogru buluyordu.
Fikriye, Zubeyde hanimla Mustafa Kemal'in caylarini koymus, neseli neseli konusuyor, bir hemsire bir hastasiyle ilgilenir gibi genc pasayla ilgileniyor, sirasinda kirisan yakasini duzeltiyor, dusen kaslarini ak ve guzel parmaklariyle yukari kaldiriyordu.
Fikriye, yine boyle bir sevkat davranisi yapiyordu ki kapi hizla acildi ve Mustafa Kemal'in kiz kardesi Makbule'nin kendisine oldukca benzeyen yuzu gorundu. Kaslari catikti ve Fikriye'nin ak parmaklarinin davranisina takilan iri gozleri tiskinti ve hincla doldu; bu iri gozler annesinin uzgun bakislariyle karsilasti; bakislariyle iki kadin birkac saniye konustu. Fikriye, Makbule'yi yeni gormus gibi yaparak:
— Otur Makbule ablacigim, dedi. Sana da bir cay koyayim.
— Ben ictim cayimi, istemem.
— Ama bak tavsankani gibi kizarmis!
— Sen icte biraz yanaklarin kizarsin! Bu soz uzerine Mustafa Kemal, odanin ortasinda dikilip duran kiz kardesinin yuzune azarlayan bakisla bakti. Bu ara emir eri vurmadan kapiyi acti ve Mustafa Kemal'e:
— Fethi bey geldi, pasam! Dedi. Mustafa Kemal ayaga kalkmisti:
— Nerde?
— Koridorda sizi bekliyor, pasam!
Mustafa Kemal disari cikarken Zubeyde Hanim:
— Mustafa, oglum Fethi'yi bu odaya al, ben de goreyim onu! Dedi.
Fethi bey uzun boyu, ince vucudu, dostluk, iyi niyet ve zekâ dolu kucuk yuzu ile iceri girince dogru Zubeyde hanimin yatagina gitti, saygi ile elini optu.
— Nasilsiniz, Zubeyde hanim teyzecigim, iyisiniz insallah?
— Ilâhi Fethi, hep o Selanik'teki akilli Fethisin sen! Hic degismemissin. Genclik serbeti mi ictin nedir?
— Bu son olaylar bizi ihtiyarlatacagi benzer, sevgili teyzecigim. Oglunun yuzundeki perisanliktan isi anlamiyor musun?
Mustafa Kemal:
— Vasfiye kizim, beyefendiye bir kahve yapsana, dedi.
— Cay var ya ben de sizinle beraber cay iceyim.
Fethi bey, dikkatle Mustafa Kemal'in yuzune bakiyor ve bu yuzun cizgilerinde dunku saray randevusunun olumlu - olumsuz izlenimlerini arastiriyordu.
— Ne oldu?
— Hic. Herif kos dinlemis. Hic bir sey de olacagi benzemiyor. Artik insiyatif bize gecti demektir.
Zubeyde Hanim, gozluklerinin uzerinden ogluna kacamak bir goz atti. Oglunun sozlerinden bir tek sozcuk kacirmak istemiyordu. Fethi bey de eski hurriyetcilerden oldugundan onlarin bas basa vermesinden kuskulaniyordu.
· Insiyatif, ama nasil?
Mustafa Kemal, annesinin kaygili yuzune bakti:
— Gel, yukari benim odaya cikalim, dedi. Vasfiye kizim benim sobayi tutustur cabucak!
Kalkip odadan ciktilar. Merdivenlerden yukari cikarlarken Mustafa Kemal:
— «Bir lahzai teahhur» siirini hatirlar misin? Diye sordu.
— Peki, hatirladim.
— Iste tarih dondu, dolasti, yine o noktaya geldi. Simdi, is, bir an bile gecikmeye gelmeyecek kadar acele.
— Yani?
— Yanisi - manisi su ki, Vahidettin'in sarayinin temellerine bir bomba koyup butun saltanatiyle havaya ucurmak ve Tevfik Fikret'in ruhunu sad etmek gerek.
Ali Fethi Bey, bu soze gulmedi, cunku bu eski arkadasini bircok kez disine vurmustu. O, yapmayacagi bir sozu hic bir vakit soylemezdi.
Mustafa Kemal, Ali Fethi beyle odasina ciktiginda Vasfiye, kaygisizca sobayi tutusturmaga calisiyordu. O anda Fikriye iri adimlarla odaya girdi; Vasfiye'yi bir yana iterek odunlarin arasina kocaman bir cira yerlestirdi, mumlu kibriti cakip tutusturdu:
— Birer kopuklu kahve de icmez misiniz? Diye her iki adamin gozlerine bakarak sordu.
Fethi bey:
— Var ol, Fikriye hanim, dedi, icimizden gecenleri de ne guzel anliyorsun.
Fikriye, gulerek disari kostu, Vasfiye de kapiyi cekerek onun arkasindan cikti.
Iki eski ihtilâlci arkadas, Kipert'in Turkiye haritasi karsisinda ayakta konusmaga basladi:
— Evet, Fethi, bundan sonra yapilacak is, saglam ve teskilâtli bir komitaciliktir. Senin, benim gibilerin kaderi artik gorunmustur; bugun yarin tevkif edilmek!.. Ilk once bas olabilecek gucte olanlari zararsiz hale getirecekler, ondan sonra da Turk milletinin mezarini kazacaklar. Fakat onlara bu firsati vermeyecegiz, Fethi; akli basindakiler gizlice toplantilar yaparak bu korkunc derde care arayacagiz.
— Evet, baska care de yok. Yalniz butun mesele ise nereden baslayacagimiz!..
— Monser, is Anadolu'da. Ferman padisahin daglar bizimdir.
— Evet, daglar cok sey hallediyor. Daglarin psikolojisi cok buyuktur. Bir tek adam dagda koca bir ordu gibi gorunur. Niyazi Bey, arkasindaki birkac kisiyle Resne daglarinda bir Napolyon ordusu gibi korkunc gorunmus ve hic yikilmayacak sanilan Abdulhamit'i dize getirmisti.
— Evet, iyi soyluyorsun; ferman padisahin, daglar bizim, Fethi!.. Fakat o daglara sade bir Cakircali olarak degil de biraz daha teskilâtlica ulasmamiz gerek.
— Yakup Cemil'in tabancisi da artik bu havada is gormez. Karsimizda hem ic, hem de dis dusmanlar var.
Mustafa Kemal:
Fikriye, bu anda kahveleri getirdi, soba ile ugrasmaya basladi. Karsilikli birer koltuga yerleserek kahvelerini hopurdetmege baslamadan once ortadaki gumus tabakadan birer sigara alip yaktilar.
Mustafa Kemal, kendisi gibi dusunen bir arkadas daha bulmustu. Bunun icin ihtilâle olup bitmis gozuyle bakiyor, seviniyordu. Ali Fethi beye karsi guveni hic bir vakit sarsilmamisti. Dagin dik yamacinda meydana getirdikleri bu ilk dagci basamagindan yavas yavas ilk nagrayi atacaklari doruga dek cikacaklardi.
— Fikriye, elcegizine saglik, ne guzel kahve bu.
Bu iltifatta yine baslayan iyimserligin aydinligi vardi. Fikriye'nin guzel yuzunde ve sevgi dolu gozlerindeki sevinc de iyimserligin dozunu yukseltiyordu.
Asagi katta ortaligi serbest bulan Makbule, annesinin yataginin kenarina ilismis, hirsindan soluyordu.